انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

28 Ekim 2011

Ticaret


   Saumur'de bunlar olup biterken, Charles Hindistan'da servet yapıyordu. Başlangıçta, yanında götürdüğü malları iyi satmış; kısa zamanda altı bin taler kazanmıştı. Sonra işin içine iyice girince, eski önyargılarının çoğunu bırakmak zorunda kaldı: Bakıyordu ki: Avrupa'da olduğu gibi bu sıcak ülkelerde de, servet edinmenin en kestirme yolu insan alıp satmaktı...
   Bunun üzerine Afrika kıyılarına geldi, zenci ticaretine başladı. Köle alışverişinin yanı sıra, işi gereğince gittiği yerlerde satmak üzere çeşitli mallar da götürüyordu. Bu işlerde o kadar faaliyet gösteriyordu ki, bir ân boş vakti yoktu. 
   En büyük emeli de bir gün Paris'te muazzam bir servetin şaşaası içinde yeniden görünmöek, düştüğü mevkiden daha parlak bir mevkie erişmekti. 
   Çeşitli insanlar arasında, çeşitli ülkelerde düşe kalka, aykırı gelenekler göre göre, düşünceleri değişti, hiçbir şeye inanmaz bir adam olup çıktı. Doğru, yanlış kavramları sarsılmıştı, çünkü bakıyordu bir yerde suç sayılan şey başka yerde meziyet sayılıyordu. 
   Kalbi de, boyuna kazanç düşüncesine değe değe, soğudu, büzüldü, kurudu. Grandet'lerin kanı Kader'in çizdiği yoldan şaşmadı, kazanç karşısında sertleşti, buruklaştı. Çinli satıyor, zenci satıyor, kırlangıç yuvası satıyor, çocuk satıyor, oyuncu satıyordu. Büyük ölçüde tefecilik ediyordu. Gümrük kurallarını çiğnemeye alıştığı için, insan haklarını çiğnemekten de utanmıyordu artık. Saint - Thomas'a gidip korsanların hırsızlık mallarını düşük fiyatla alıyor, o mallarden nerede bulunmuyorsa oraya götürüp satıyordu.



   Honoré de Balzac, Eugénie Grandet

27 Ekim 2011

Soğuk


   (...)
   - Söylesene, Mart, ya, yarın ateşi sabah yaksak, bütün gün yansa, şimdi olduğu gibi?
   Ha, söylesene? Ne kadar kalır bize? Büroda bir yarım çeki var...
   Maşa uzun zamandırKutup Bürosuna kadar gidemiyordu, bilemezdi ki... - Daha güçlü, düğüm, daha güçlü!
   - Yarım çeki mi? Daha fazla! Sanıyorum orada...
   Birden ışık: saat tam on olmuştu. Martin Martiniç cümlesini bitirmeden gözlerini kırpıştırdı ve arkasını döndü: ışık karanlıktan daha korkunçtu. Işıkta her şey görülüyordu, buruşmuş, killi yüzü (bugünlerde, çok fazla killi yüzlü insan görülüyordu: Adem'e dönüş). Ama Maşa devam ediyordu:
   - Biliyorsun, Mart, deneyeceğim... belki kalkarım, eğer ateşi sabah yakarsan.
   - Oh, Maşa, tabiî... Böyle bir günde... Sabahtan, evet, evet...
   Mağara Tanrısı uyuyordu, sadece ara sıra çıtırdayarak. Aşağıdan, Obertiçev'lerden, bir taş baltanın bir sandaldaki yongaları kestiği duyuluyordu - Martin Martiniç'i ikiye ayıran bir taş balta. Martin Martiniç'in bir yarısı peksimet yapmak için kurutulmuş patates kabuklarının öğütüldüğü kahve değirmeninin kalıbı gibi kilden bir tebessüm gösteriyordu Maşa'ya; öbür yarısı ise dalgınlıkla bir odaya girmiş kuş gibi kör bir inatla campara, yere, duvarlara çarpıyordu. "Odun bulmalı... odun... odun bulmalı..."
   Martin Martiniç paltosunu giydi, deri bir kemerle belini sıktı (mağara adamlarının boş inanlarına göre bu ısıtıyordu.), şifonyerin köşesindeki kovayı aldı.



   Yevgeni Zamyatin, Mağara

21 Ekim 2011

Ankara


   On gün önce vardım Ankara'ya. Çocukla kadın, esmer bir adamın iki kolunda uzaklaştılar. Önümden geçerlerken, kadın bakıyor bana, yüzünde çok hafif bir gülümseme geziniyor, ben gülmedim. Çocuğa el salladım, o sallamıyor. 
   Tıklım tıklım bir otobüse bindim, köşeli suratlı bir adama nerede otel bulabileceğimi sordum, dedi Maltepe'de in, orada bulursun. Maltepe'de indim. Sokaklarda dolaştım bir süre, iki-üç otelin önünden geçtim, ama hemen giresim gelmedi, hava güzel. Bir parka vardım, banka oturdum, şaraplardan birini çıkardım, başladım içmeye, hızlı gittim, kafayı buldum. Uyudum, uyandım, şaraba devam ettim, iyice uçtum. 
   Hava kararmaya başladı. Bir sigara çıkardm, gök kirli kırmızı, hafiften rüzgâr esiyor. Ve sigarayı yakarken tosladım zulümkârlara. İki polis, iki azman gibi, yılışık, yeşil adam, yanaştılar yanıma. Sarhoşum, burnumda da bandaj var, korkmadım. Ne yapmamam gerektiğini söylediler, şişeyi at, bizimle gel dediler. Umursamadım, biri okkalı bir tokat geçirdi yüzüme, kalk lan, dedi, orospu çocuğu. Çok doğru dedim, öyle. Bir kafa, sanırım o vakit yerine oturdu burnum, yine korkmadım, hatta sevindim burnumu düzeltmelerine. Kollarımdan tuttular, sürüklemeye başladılar. Topallıyorum. Biri diğerini durdurdu, kısa bacağımı işaret etti başıyla, bıraktılar. Sakat olduğuna dua et, dedi sarışın olanı, biz seni yoğurmasını bilirdik. Hadi şimdi siktir git, defol, gözümüz görmesin seni. Şöyle derin bir nefes aldım, hepinizin anasını, diye başladım, küfrü bitiremeden sırtıma bir dirsek, kafama bir yumruk geçirdi sarışın olanı. Yere yığıldım, ama fazla kalmadım öyle, doğruldum, ne çok dayak yiyorum artık diye düşündüm, gülesim geldi, hâlâ başımdalar, gülmedim. Döndüm, bir yıkıntı misali yürüdüm, öyle yorgun ve bitmiş yürüyorum ki, biliyorum, hatta, biraz da acıdılar bana. Sonra durdum, başımı ulur gibi göğe kaldırdım ve haykırarak küfrümü tamamladım. Bekledim, darbeyi bekledim, tekme tokadı bekledim, bunu bir parça da istedim. Ama gelmediler peşimden, burnumdan akan kanla ılık ılık, tatlı duygularla oynayarak yürüdüm. 



Murat Uyurkulak, Tol

11 Ekim 2011

Dert


   
   Sözüm meclisten dışarı dostlar, bu günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum. Hani, dilim dilim doğrasalar beni, Marmara, Ege, Karadeniz ve hatta Akdeniz cacık olur diyorum. Derdim öylesine büyük ki dostlar, kırka yarıp yine kırka bölseler ve kırk bostana gübre diye serpseler, kırk bin tane ot biter de kırk bin derde deva olur diyorum.
   Ne oldu bana böyle, durup dururken? Oğlan aldı başını gitti, kız zaten lafımı dinlemezdi. Düğmem kopuk, paçam sökük, oramda buramda çengelli iğneler. Bir de çengelli iğne nazar bozar derler. Hanımın çorabı kaçık, başında bigudiler. Karabaş bile, Karabaş bile suratıma bakıp bakıp havlıyor. Övünmek gibi olmasın ama, dostlar, kendimi hıyar gibi hissediyorum. Hani ince kıyım doğrasalar beni, Akdeniz cacık olur diyorum. Ve hatta Atlas Okyanusu ve hatta Hint Okyanusu ve hatta hatta Büyük Okyanus bile cacık olur diyorum. Böyle cacığa rakı mı dayanır?
   Çivi çiviyi söker derler, soğuktan donanı buzla ovarlar. Ben zaten yanmışım dostlar, peki beni fırına mı koysalar? Zeytin suyuna kuru ekmek, böyle gelmiş böyle gidecek...



   Barış Manço, Cacık