انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

29 Kasım 2011

Kahraman

   (...)
   Kedi, bir kedide görüldüğü takdirde insanın kafasını karıştırabilecek bir bakışla bana bakıyordu. Alemin sırrını biliyormuş ve ben ne kadar uzak, yalnız ve çıkışsız bir yerdeymişim, aramızdaki boyut farkını ancak onun yüksek bilgelik gücü aşabilirmiş, her şeyi anlayabilecek bir yerde duran birinin, her yerde olabilen biri olarak, hiçbir yerde olduğu için, tepki halinde de olsa duygu denilen şey ile ilgisi olmazmış...
   "Mısırlı mısın ulan sen?" dedim içimden. 

   Kedi, az önce firavunun kucağından inmiş gibi baktı ve, "Bence oyun faslından çık," dedi, "senin için yararlı olabilecek bir yere dön."
   Bu tür sözler beni hem etkiler, hem de sinir ederdi. Fakat bu kez sadece sinir ediyordu. Bir kahramana "dön" denilemeyeceğini bilmiyordu.
   "İtiraf etmek gerekir ki, şık duruyordu." dedi kalbim. 
   "Sen bu işi oyun mu sanıyorsun?" dedim kediye. "bir kahramanın en fazla taktik olarak geri çekilebileceğini fakat asla geri dönmeyeceğini bilmiyor musun?"
   Kahraman'ın El Kitabı'nı kedinin burnuna dayamıştım. Kokladı: 
   "Dokuzyüzaltmışküsür, Yeşildire-Nazlıhilal matbaası," dedi, "üçüncü baskı. Hala hayatta mı bu kitap?"
   "Seni de, yedi ceddini de gömer." dedim. 
   "Bu işlere nasıl bulaştığını anlamadım." dedi kedi. "Fakat kendi başına davranabilen kahraman modeli eskidi. Kahramanlar artık organize, global ve ekip halinde çalışıyorlar."
   "Hayır," dedi usta söze girerek, "fikri destekliyorum. Eğer kendi başına akan bir hikaye bulabilirse neden olmasın?"
   "Hangi hikaye kendi başına akabilir?" dedi kedi. 
   "Belki vardır." dedi usta. 
   Kıçını döndü kedi. 
   "Sen bakma ona" dedi usta, "kendi başına davranan bir hikaye kahramanına, kendi başına akan bir hikayeden daha uygun ne olabilir?"
   "Gidelim." dedi kalbim. 
   "Arada uğra," dedi usta, istiridyenin açık ağzına limon sıkarken, "ya da yaz."

   Taşkafa, Hurşit'in anlattığı yaradılış hikayelerini dinliyordu. Hurşit, kaburga kemiği meselesini bırakıp oradan büyük patlama ve tek hücreli organizmalar faslına, oradan da homo ludens, homo bilmem ne faslına geçti. Ortada bir ibnelik olduğundan emindim. İşler yolunda giderse gider, gitmezse yeni bir hikaye kurulur, ben de orada yerimi alırdım. Ne olacaksa olurdu. 
   (...)



   İlhami Algör, Albayım Beni Nezahat ile Evlendir

21 Kasım 2011

Çatlak

    (...)
Sivas'ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı. Dedi ki, "Oğul, aradık, seni bulduk. Burada bir yaşlı kadın var, herhalde sizden. Kadın Allah'ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim."
"Peki amca, ararım" dedim. Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa'dan oraya tatile gitmiş.
Aradım, 10 dakika içinde buldum yakınlarını... Sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü.
Gittim dükkânlarına, sordum: "Böyle birini tanır mısınız?" Dükkândaki orta yaşlı kadın döndü, "O benim anam" dedi. Sordum: "Annen nerede?" Fransa'da yaşadığını, senede 3-4 kere Türkiye'ye geldiğini, ama İstanbul'a ya uğradığını ya uğramadığını, doğrudan, terk ettiği köyüne gittiğini anlattı.   Anlattım kızına durumu. O da kalktı gitti.
  Ertesi gün telefon açtı. Bulmuş ve tespit etmişti anası olduğunu, ama ağladı birden. Ağlamamasını istedim, naaşı getirip getirmeyeceğini sordum. "Abi" dedi, "ben getirecem ama burada bir amca var, bişeyler diyor" dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya, "Neden ağlatıyorsun kızı?" dedim. "Oğlum" dedi, "bir şey demedim... Kızım! Anandır, malındır, ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu, dedim."
Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu...
Doğrudur hanımefendi, Ermenilerin hakikaten bu ülkede, bu topraklarda gözü var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlayayım. O sıralarda Sayın Cumhurbaşkanı Demirel "Ermenilere üç çakıl taşı bile vermeyiz" diyordu. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki:
"Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var, çünkü kökümüz burada, ama merak etmeyin; bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için..."
Teşekkür ederim...



   Hrant Dink, İki Yakın Halk İki Uzak Komşu

8 Kasım 2011

Unutuş


Ver bana yudumunu o içkinin
Parça parça eden
Ve ödünç ver bana tatlı teselli ve lütfunu
Unutuşun, boş ve kadir
Lethe'nın
Ah, Lethe

Yakınında tut beni, söküver yıldızları
Ben sürat yaparken cennetler boyunca
Sürat yaparken gece boyunca
Zira sen benim bıçağım ve ipimsin
Sen benim Lethe'msın.
Sen benim her şeyimsin.

Kobalt (mavisi) akıntılarında
Fırtına koparıyorsun yüreğim boyunca
Koparmak için, delmek için
Hatıraları, yanıp tutuşan
Süpür atardamarlar boyunca
Keskin acı saplanmaları hâlinde
Pençe-vârî parmakların beni öldürecek gibi yine

Çal beni, istila et beni, suçla beni yine
Zira yanıyor ve ürperiyorum
Yanıyorum her hareketiyle

Böylece, arınmışken bir fenerle
Beliriveriyorum, yenilenmiş ve yeniden dövülmüş hâlde
Okşanıyorum tatlı teselli ve lütfuyla
Unutuşun, boş ve kadir
Lethe'nın

Yakınında tut beni, benim tek arkadaş ve rehberim
Boğulurken ben arasında parmaklarının
Boğulurken arasında sevginin
Zira sen hayatsın nefret ettiğim
Sen benim

Yere çal beni, tutkulu hûlyalarda
Okyanuslar üstümde
Ve alevler gözlerimdeyken
Ve bahşet bana bir hayat, yaşayabileceğim
olmadan
Al beni uzaklara

Bu hayattan, nefret ettiğim.



Dark Tranquillity, Lethe
Çeviri: İTC

7 Kasım 2011

Resim


      (...)
   Gözlerini kapayıp, ıslık sesini bekledi. Ayşe'nin çalışmaya başladığını bu ıslık sesinden anlardı. "Arada. Kesik kesik. Bu da onun tiki. Karşılaştığı güçlükleri onunla hafifletiyor. Bütün insanların bir tiki var. Güler'in yoktu. Yok muydu? Saçlarını geriye silkişi? Tamam. İki haftadır kulağım kaşınmıyor. Yoksa farkında olmadan mı kaşıyorum? Sık sık bacaklarını okşayıp öpmem korkmadığıma kendimi inandırmak için mi? Korkmuyorum." Gözlerini açtı. Ayşe, arkası ona dönük, denize bakıyordu. Denizin üstü kırış kırıştı. Esen yel eteklerini sallıyordu. Gidip dizden aşağısı görünen bu bu bacakları öpebilirdi. Korkmuyordu. "Şimdi ben ona yokum. Olsun. Uykudaki yokluk gibi bu, geçici. Uyanınca ona daha çok varım. Bugün kimse gelmese. Ressamlara açık havayı öğütleyen ben, geçen gün o iki çocuğu kovdum. Yaptığına değil, ona bakıyorlardı. Neden başlamıyor? Öyle rahatım ki, demişti, bu resmi bitiremeyeceğim. Bitirmesin, daha iyi. Bir sanatçının en güzel eseri hiç bitmeyecek olanı değil mi? Bütün bakanların 'işte kıyısında iki insanın seviştiği bir deniz' diyebileceği resim hiç yapılabilir mi? İçlerinden en anlayışlıları bile, 'Bu deniz,' derler, 'yeşilimsi maviyle açık mavi boz renkle iyi uyuşmuş. Kumlara bir coşkunluk duygusu katılmak istenmiş.' O kadar. Resim biterse onu ancak ikimiz anlayacağız. Parlayın sönen şimşek ışığındaki kıyının resmini yapmasını isteyeceğim ondan. Burda olmaz. İlerde, kışın atölyede. Ezgiler dinleyeceğiz. Sonra yaz gelecek,sonra kış. Hep ikimiz. Şimdi ben ona yokum. Fırçayı atıp gelse! Beni öp dese. Eteğinde oynaşan zenci kızlarıyla bilikte çağırıyorum seni. Hadi gel, hadi!" Sigarasından uzun bir nefes çekip attı. Küçücük dalgaların kumlardaki şıpırtısını duyuyordu. Ayşe gelmedi. "Sevişen iki insanda bile bir anda aynı duygular olmuyor. Önemli bu, unutulmamalı. İki kişilik toplumlarda önemli sorunlar! Bir deneme başlığı olabilir. Biri çıkıp yazsa... Ben? Yapamam; yaşamak varken. Ben ya ararım ya da yaşarım. Aynı anda ortak duygular ancak iki etin birbirine dokunmasıyla başlıyor. Gidip bacaklarını okşasaydım onu kendi duyarlığıma katabilirdim. Acaba? Güler'i öperken düşündüklerim neydi? Gene de ortak bir yanımız vardı. Özet: Duyarlık akımı ancak insan etinin değinmesiyle olabilir. Hava tanımlamasında başka bir değişiklik: Hava iletken değildir. Tam anlaşma mı istiyorsunuz? Öyleyse, haydi bakalım insanlar, aranızda hava boşluğu bırakmayın! Ya gözler, bakışlar? Eluard, 'Gözler konuşmaya başladığı zaman her şey susar,' demiyor mu? Öff! Sıkıntılı konular! Bırak düşünmeyi, bu sıcak kumların tadını kaçırma."