انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

22 Temmuz 2011

Bunaltı

      (...)
   "İnsan kendi kendini seçer," dediğimizde, her birimizin kendi kendini seçmesini anlıyoruz bundan. Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. Hiçbir edimimiz yok ki olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın bizde. 
   Öte yandan, bütün insanları seçerken insan kendini de seçmiş olur. Şöyle ya da böyle olmayı seçmek bir bakıma seçtiğimiz şeyin değerli olduğunu belirtmek demektir. Çünkü hiçbir zaman kötüyü seçmeyiz. Hep iyiyi (iyi sandığımızı) seçeriz. Herkes için iyi olmayan şey, bizim için de iyi olamaz. 
   Ayrıca, varoluş özden önce gelince ve biz tasarımıza göre varlaşmak isteyince bu tasarı herkes için, bütün çağımız için bir değer ve geçerlik kazanır. Böylece, sorumluluğumuz düşünemeyeceğimiz kadar büyümüş olur; giderek bütün insanlığı kucaklar. Bir işçiysem, sosyalist olmayı değil de bir Hıristiyan sendikasına girmeyi seçersem, bununla şunu belirtmiş olurum: "İnsana düşen, alın yazısına katlanmaktır; tevekküldür, boyun eğmektir. Çünkü bu dünyada saltanat yok insan için!"
   Gelgelelim bu hareketimle, bu seçişimle yalnızca kendimi bağlamış olmakla kalmam, herkes adına tevekkülü salık vermekle bütün insanlığı da bağlamış olurum. 
   Daha bireysel bir örnek alalım: Diyelim ki evlenmek, çoluk çocuk yetiştirmek istiyorum. Bu evlenme yalnızca benim durumumdan, tutkumdan (ihtirasımdan) ya da isteğimden doğsa bile, yine de ben bununla yalnızca kendimi bağlamış olmuyorum, bütün insanlığı da tekli-evlenme (monogamie) yoluna sokmaya, bağlamaya çalışmış oluyorum. 
   Demek ki yalnızca kendimden değil, herkesten de sorumluyum. Kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşı da sorumlu oluyorum. Seçtiğim belirli bir insan tasarısı kuruyorum, yani kendimi seçerken gerçekte 'insan'ı seçiyorum. 
   Bu durum bunaltı, bırakılmışlık, umutsuzluk gibi görkemli sözcüklerin örttüğü şeyi anlamamızı sağlar. Üstelik göreceğimiz üzere öyle zor falan da değildir bunu anlamak; hatta hayli kolaydır. 
   Önce şunu soralım: "Bunaltı" deyince ne anlaşılıyor?
   Varoluşçular yürekten karşılık verirler: "İnsanlık bunaltıdır!" derler. Bunun anlamı şudur: Bağlanan ve yalnızca olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucu olarak bütün insanlığı seçen kişi, o derin ve tümel (külli) sorumluluk duygusundan kurtulamaz. Doğrusu, birçoğu bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını, bu bungunluğu, bu boğuncu) yaşamazlar. Ama biz yine şunu öne süreceğiz: Onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar. Nitekim çoğu kimse yaptığının yalnızca kendini bağladığına, yalnızca kendini sorumlu kıldığına inanır. Bu yüzden, "Her koyun kendi bacağından asılır," derler. Kalkıp da onlara, "Ya herkes de sizin gibi yaparsa, o zaman ne olur?" diye sorarsanız, omuzlarını silkerek cevap verirler: "Herkes de böyle yapmaz ki!"
   Ne olursa olsun, biz yine de sormalıyız kendi kendimize: "Ya herkes de bizim gibi yaparsa sonu nice olur?"
   (...)



   Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk

14 Temmuz 2011

Delilik


Nazikçe tut başlarımızı
Nazikçe tut başlarımızı yüksekte

Ereksiz zaman, korkuda saklanıyor şimdi
alaşağı ediyor planı
karmaşa yatıyor tüm sözcüklerimde
meczup, ruh

Kapatıyoruz kendimizi deliklerine itidalin
bu şafağı yeni bir çağın
Yanlış yöne atan bir kalp
Çılgınlığın kreşendosu


Nazikçe tut başlarımızı
Nazikçe tut başlarımızı yüksekte

Rüzgârrengi - ikinci görü
bir dokunuşu sessizliğin ve şiddeti karanlığın
Yanılsamalar yayılmakta - aroması zamanın
gölgeyaşam ve kokusu hiçliğin

Deliliğin kreşendosu

İçgüdünün ebedî düşüşü
hilekârlığı telaffuz edenin emri 
Güvenin ebedî yoksunluğu
İşe yaramaz birinin emri 

Oh, zamandan kaçmak şimdiden kaybettiğimiz her şey mi? 
Bulunduğunda, adalet tadiller yapabilir mi? 

Güç-besili etkilenimlerden 
kepaze edelim aklı
her ruhun ırzına geçmek 
her güdüyü yanlışlamak için

Parça parça olsun geleneksek biçim ve çerçeveler
şimdi, kanı adına cennetin
Öğrendiklerini unut ve arınma gelsin

Düştü bir titreme hislerin sütunlarına
Lanetli kurbanı yakın bir uzağın
İlk düşler - en berrak görü 

Ereksizce yol al gecemize doğru
biz sana aitiz
Oh en yüce bilgelik, huzur bozan sessizlik 
çapraşık içeride

Solukça zuhur etmiş açıklıkta bulunan
bakirevârî gözyaşları bağlı kirlenmişlik için 
İstirham et yıldızları ve göğü karartandan
karşılamasını şimdi zümrüdî bir şafak olan bu görüyü 

Güneşi boşalt - şekil ver rüzgâra
Çılgınlığın kreşendosu
Yırt at körleşmiş gözü

Çılgınlığın kreşendosu

Matemi şimşeğin - huzur bul korkuda
şimşek damarları galiz dışarıda
Seslendir ezilmişliği - seslendir ikiyüzlülüğü
Hükmet kanuna, içgüdüyü deviren 

Kaç şimdi ve döndür eskisine 
bu arındırıcı yeniden doğuşu
parça parça olsun 
Nüfuz etme bana; kararmış görü 
çılgınlığın kreşendosu 

Vahşice yürü parçalanmış merdivenlerden 
Asice dikiliyor arayan uzun 
Dikeni çılgınlığın elinin
Al bu kararmış görüyü gözümün önünden

Cehalet imgesine çakılı
Her ruhun ırzına geçmek için
cennetin kanı adına 



Mikael Stanne, Insanity's Crescendo
Çeviri: İTC

12 Temmuz 2011

Hakikat I

    (...)
   "Tamam. Ay'a uçmak istemiyorsun. Peki neyin ışığına doğru gitmek istersin şu an?"
   "En yakın lambaya."
   "Peki sonra?"
   "Bir sonrakine."
   "İyi," dedi Dima. "Gel o zaman bir böcek deneyi gerçekleştirelim."
   Parmaklarını açarak elini ileri uzattı ve iskeledeki bütün lambalar söndü.
   Mitya durdu.
   "Şimdi hangi ışığa gideceksin?" diye sordu Dima.
   "Bir dakika! Nasıl becerdin bunu?"
   "Tam düşündüğün gibi," dedi Dima. "Teknisyenle anlaştım, çalılıklarda gizleniyordu ve ben işaret ettiğimde... Sırf seni etkilemek için."
   "Ben böyle mi düşündüm?"
   "Değil mi ya?
   "Aslında yanlış değil, ama tam olarak senin söylediğin gibi de değil. Teknisyene bir işaret yapmış olabileceğini düşündüm, ancak çalılıklar aklıma gelmedi..."
   "Çalılıkları da düşündün."
   "Evet, ama lambalarla ilgili olarak değil. Ay'la, daha doğrusu Çehov'la ilgili, önemli değil. Sahi, bunu nasıl yaptın?"
   "Neyi? Düşünceleri okumayı mı?"
   "Hayır, bunu ben de yapıyorum. Başkalarının düşüncelerini okumak zor değil. Lambaları diyorum."
   "Çok basit. Eğer tek bir soruya cevap verebilirsen ışığı bütün halleriyle yönetebilirsin."
   "Hangi soru?" diye sordu Mitya.
   "En iyisi bunu kendine kendine sorman ama sen soracak gibi durmuyorsun, bu yüzden ben soracağım."
   Dima bir an sustu.
   "Ay, Güneş'in ışığını yansıtıyor. Peki Güneş neyin ışığını yansıtıyor?"
   Mitya sırtını banka yaslamış sessizce oturuyordu. Etraf sessizdi; rüzgâr tepelerindeki yaprakları hışırdatıyor, denizin sesi çalan parçanın son tınılarına karışıyordu. Bu karışık ses, havada  asılı duran, yuvarlak, sarı dans pistinden geliyor gibiydi. Sonra buna sahile yaklaşan gezinti teknesinin sesi eklendi ve ardından teknenin ağır ağır yüzen ışıkları göründü.
   Bir öncü genç kısın kıyafeti gibi yalın ve dokunaklı bir balalayka ezgisi eşliğinde iki genç ve katıksız ses yükseldi dans pistinden.
   "American boy, seninle geleceğim, seninle geleceğim. Selam Moskova!"



   Viktor Pelevin, Böceklerin Yaşamı

4 Temmuz 2011

Basitlik


(...) Başka bir kez, kent dışında bir evde oturuyordum, bir köpek, bir çift kedi ve üç kara yavrusuyla yalnızdım. Dişi kedi yavrularını besleyemiyordu.Yavrular birer birer ölüyordu. Odalarını pislikle dolduruyorlardı. Her akşam dönünce, birini iyiden iyiye katılaşmış, ağzının uçları dışarı kıvrılmış buluyordum. Bir akşam sonuncuyu buldum, anası yarı yarıya yemişti onu. Şimdiden kokuyordu. Ölü kokusu sidik kokusuna karışıyordu. O zaman tüm bu düşkünlüğün ortasına oturdum, ellerim pisliğin içinde, bu çürüme kokusunu içime çeke çeke, uzun zaman, bir köşede kımıltısız duran kedinin yeşil gözlerinde parlayan bunak aleve baktım. Evet. Bu akşam da böyle. Yokluğun belirli bir noktasında, hiçbir şey hiçbir şeye götürmez olur, ne umut, ne umutsuzluk köklü görünür, tüm yaşam tek bir imgede özetlenir. Ama ne diye durmalı bunun üzerinde? Basit, evet, her şey basit, deniz fenerlerinin bir yeşil, bir kırmızı, bir ak ışıklarında, gecenin serinliğinde, kentin ve çöplüğün bana kadar gelen kokularında, her şey basit. Bu gece, bana doğru gelen şey, bir çocukluğun görüntüsüyse, ondan alabileceğim aşk ve yoksulluk dersine nasıl kucak açmam? Bu saat evetle hayır arasında bir aralık, bir duraklama gibi olduğuna göre, yaşama umudunu ya da yaşama tiksintisini başka saatlere bırakıyorum. Evet, yitirilmiş cennetlerin saydamlığını ve basitliğini toplamalı yalnız: bir imgede toplamalı. Geçenlerde bir oğul, eski bir mahallede bir eve, annesini görmeye böyle gitti işte. Karşı karşıya oturdular, sessizlik içinde. Ama bakışları karşılaşıyor:
   "E, anne."
   "E, işte."
   "Sıkılıyor musun? Çok konuşmuyor muyum?"
   "Hiçbir zaman çok konuşmazdın ki."
   Dudaksız, güzel bir gülümseme eriyor yüzünde. Doğru, hiç konuşmamıştır onunla. Ama ne gereği var aslında? Susunca, durum aydınlanır. O onun oğludur, o da onun annesi. Annesi ona "Biliyorsun," diyebilir.
   (...)



   Albert Camus, Tersi ve Yüzü