انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

13 Aralık 2012

Sevinç

    (...)
   Gizem'in bölümüne gittim. Bir iki kişiye sordum, kantine bak dediler. Kantinde arkadaşlarıyla oturuyordu. Uzaktan baktım. Özgüvenim bir anda çöktü, bir çekingenlik geldi üstüme. Lüzumsuz yere yaratılmış heyecanların sıkıntısı, birdenbire utanca dönüşen arzular. Benim hayatımın özeti bu zaten. Hatırladıkça tüylerimi diken diken eden utançlar silsilesi. Piknikte küfür, deliye sözlü taciz, annemin oda baskını, Gizem'i öpüş... Bu kadar yetmedi mi? Demek yetmemiş. Ruhumda daha da alçalmak isteyen bir potansiyel varmış. Yanına gittim. Çiçeği uzattım. "Teşekkür ederim Gizem," dedim titreyen bir sesle. "94 aldım." Arkadaşları biraz alaycı güldüler sanki. Ya da bana öyle geldi işte. 
   "Biraz yalnız konuşabilir miyiz?"
   Başka masaya geçtik. Çiçek öbür masada kaldı.
   "Sevindim," dedi.
   "Neye?"
   "94 almışsın."
   "Aslında 72 aldım ama arkadaşlarının yanında söyleyemedim böyle ortalama bir başarıyı."
   Annemin babamın hatırını sordu. Öpüşme olayından hiç bahsetmeyeceğini anladım.. O yüzden durup dururken özür dilememin de anlamı kalmamıştı. Özür dilemeyi de sevmem zaten, telefon açtık, çiçek aldık, teşekkür ettik. Daha ne yapalım? Ders anlatırken kırk yılda bir yanlışlıkla dizlerime değen o güzel dizlerine mi kapanalım?
   "Sana bir çay alayım," dedi, kalktı. Üniversite rahat bir yer, herkes kendi halinde, çay sigara, hocalarla senli benli muhabbetler, karşıt görüşlü öğrenciler arasında çıkan kavgaları heyecanı, her şeyden önemlisi kafanı ne tarafa çevirsen bir sürü güzel kız var. Adamın zihni açılıyor, Gizem'in güzelliğini fark etmek için bile çok dikkatli gözlere sahip olmak lazım. Zaten üniversiteye giden bir daha çıkmak istemiyormuş, yok yüksek lisans yok doktora, bütün bu akademik kariyerlerinin ardında üniversiteye ilk kez girilen o günün şaşkınlıkla karışık sevinci olsa gerek.

8 Aralık 2012

Müzik

22 Eylül 1929, Sabah


SEVGİLİ MADAM LAPARRA

Daha evvel arz ettiğim vechile, mektubuma kaldığım yerden devam ediyorum. Nerede kalmıştım?.. Evet. Belki çok şaşıracaksınız ama İstanbol'a döndükten bir müddet sonra, müzik hakkındaki fikirlerim tekrar değişti. Hattâ, değişmek ne kelime? Tamamen ters yüz oldu!.. Müsaadenizle, maruzatımı izah etmeye gayret edeyim:
   Siz, belki lâyikiyle idrak edemeyebilirsiniz amma, Şark memleketlerinden, Evropa'ya tahsile gelen talebeler ortak bir kaderi taksim ederler; Evropa'nın terakki etmiş, herhangi bir memleketine bir defa hayatı idame ettirmeye başladığınız vakit, esasında Evropa kıt'asının size ne kadar ecnebi olduğunu fark edip, şaşırırsınız. Hattâ bu sebeple derin bir yeis ve tarifi mümkün olmayan bir sıkıntıya duçar olursunuz. Kendi kendinize şöyle dersiniz; "Madem ki bu âlem bana ecnebi ve benim burada oluşumdan pek de memnun kalmışa benzemiyor. O halde ne gam?.. Bundan böyle, ben de elimden geldiği kadarıyla Evropa'ya ecnebi, hattâ bedbin ve hasmane bir vaziyette tahavvül ederim, olur biter!.." Fekat, seneler seneleri takip eder, zaman ilacı tesirini gösterir ve bir de bakarsınız bu defa da Evropalı olmuşsunuz ve kendinizi tam manasıyla bir Evropa vatandaşı gibi hissetmektesiniz. Nikbinsiniz. Ruhunuzda tam bu heyecan verici tekamül meydana geldiği sırada, bu sefer de memlekete dönme vaktinin gelmiş olduğunu fark edip, bedbinliğe duçar olursunuz. Kalmak isteyenler, muhakkak bir yolunu, yordamını bulup Evropa başşehirlerinden birine iltica ederler. Diğerleri, yani benim gibi dönmeye mecbur olanlar ise, memleketlerine ve doğdukları şehre intikâl ettikten sonra, ne yapacakları mevzuunda kendilerini aldatmaya koyulur. Meselâ bendeniz, şöyle bir fikir yürütmüştüm; "Türkiya'ya geri döneceğim. Ne de olsa genç bir Cumhuriyet. Şarkın, Osmanlı'nın miskinliğini, uyuşukluk ve kaderciliğini üzerinden atmış, taptaze bir millet!..

3 Kasım 2012

İş

   İşyeri bir dergi yayıncısının dağıtım eviydi ve paketleme tezgâhının başında dikilip miktarların faturadakilerle örtüştüğünü görmek için siparişleri kontrol ediyorduk. Sonrasında faturayı imzalıyor ve ya siparişi şehir dışı teslimat için siparişi hazırlıyor ya da yerel kamyon teslimatı için dergileri bir yana ayırıyorduk. İş kolay ve sıkıcı ama tezgahtârlar mütemadi bir keşmekeş hâlindeydi. İşleri hakkında endişeliydiler. Genç adam ve kadınlardan bir karışım vardı ve görünürde bir ustabaşı yok gibiydi. Birkaç saat sonra kadınlardan ikisi arasında bir tartışma başladı. Dergiler hakkında bir şeydi. Çizgi romanları paketliyorduk ve tezgâhta bir şeyler yanlış gitmişti. Tartışma devam ettikçe iki kadın hiddetlendi. 
   "Bak," dedim "bu kitaplar bırak üzerinde tartışmaya okumaya bile değmez." 
   "Pekâlâ," dedi kadınlardan biri, "senin bu iş için çok iyi olduğunu biliyoruz." 
   "Çok iyi?"
   "Evet, tavrın. Farkına varmadığımızı mı sandın?"

24 Ekim 2012

Yarış

Bailey Üniversitesi'ndeki bir öğretim görevlisi bütünsel bir varlıktır, sadece bir uzman ya da uzmanlık budalası ya da işinden başka bir şey bilmeyen bir budala değildir, her şeyden önce bir insandır, öğrencilerin güler yüzlü ve dost canlısı eğitmeni, bir model, kelimenin tam anlamıyla bir modeldir. Öğrenciler her bir sömestrin başında bu tür modelleri örnek almak ister. Bir spor salonunda kamuoyuna yeni profesör ve doçentleri tanıtırlar. Bu sırada ödüller de dağıtılır: The most qualified teacher; the kindest teacher; the most attractive teacher etc. Son unvan gecenin zirvesiydi. Bu sunuma davet edilene ve yanımda bir mayo getirmemin istenildiğini öğrenene kadar bu saçmalığa pek önem vermemiştim. Bir mayo mu? Evet, bir mayo, yoksa en çekici hoca nasıl seçilebilirmiş ki? Ödül sadece sevimli bir yüze değil, bütün vücuda veriliyormuş. Mutlaka bu kategoride yarışmalıymışım. Genç bir hoca olarak şansım yüksekmiş. Bir şey söylemeyip şöyle düşündüm: Amerika'da bu bile mümkündür. 
   Bu saçmalığı ciddiye alıp, Bailey'nin ağırlık kaldırma odalarına koşan ve orada ağırlık kaldırma çalışmaları yapan doçentleri görmek beni dehşete düşürdü. Onları neden izlediğimi bilmiyorum. Çoğu Avrupalıydı. İlk başta Amerikalıların vücut kütleleriyle dalga geçtiler, ancak esprilerinin soluğu, sürekli büyüyen ve Avrupalı eğitmen kadrosunun her seferinde daha büyük inatla kaldırdığı halterler altında giderek kesildi... Demirden ağırlıklar altında şurada bir Yunanca gramer, öte tarafta hâlâ okullu olan yaşlı filolog vardı. Ötede, sadece ona kadar sayabilen bir matematikçi: İnleten bir göğüs kası hareketinin on kez tekrarlanması. Bir diğer işkence aletinde baldırlarıyla dev bir ağırlığı sıkıştırmaya çalışan sızlanan bir ilahiyatçı. Bütün gücüyle kürek aletiyle cebelleşen felsefik bir sıskanın kucağında Sisyphos efsanesi. Tekrar yaşlı filoloğa dönerek, bu kez kendini kocaman bir makineye bağlamış, uzaklarda bir yerlerdeki baldır kasını çalıştırıyordu: Mens sana in corpore sano, sağlıklı ruh sağlıklı bir bedende bulunur; adam ne var ki, sunumda iyi bir derece alabilmek uğruna kıpkırmızı kesilmiş hırsıyla aklını kaçırmıştı. Bazıları ciddi ciddi şans hesapları yapıyordu... Kendi kendilerine yaptıkları ter içindeki konuşmalar tahmin edilebilir cinstendi: Price for the most attractive teacher! Evet,

18 Eylül 2012

Bekleyiş

   (...)
   Volta vuranlar beş kişi olmuşlardı. Delikanlı, hâlâ kapıya dayanmış, yüzü, yarım yüzü boncuk boncuk terlemişti. Yaşlı bir kadın, anası, ona yaklaştı: 
   "Ekmek ye acık oğul..." diye kuru darı bezdirmesi uzattı. Delikanlı, bezdirmeyi elinin tersiyle itti: 
   "Yiyesim yok," diye homurdandı. 
   Aksakallı adamın dediği, bir saat sonra gerçekleşti: Meydanın altbaşından bir toz bulutu kalktı. Bir atlı, doludizgin kapıya yöneldi. Gem kastı, atından yere atladı. Gelen kahya efendiydi. Irgatlardan üçü, koştular. Atın yularına yapıştılar. Hemen aşağı yukarı atı dolaştırmıya, terini aldırmıya giriştiler. Kahya, posbıyıklarını sıvazladı. Kırbacı ile parlak çizmelerini döğdü. Karşısında ellerini göbeğinin üstünde kavuşturan Aksakallının yüzüne bir baktı: 
   "Ağama bir iş danışmaya geldim. Dengini düşürürsem, senin geldiğini söylerim..."
   "Sen bilin kahya efendim."
   "Bakalım iş gerekirse, ağam, kapıları açtırır..."
   "Ömrüne bereket efem... aslan oğlum..."
   Kahya, kuzuluğun ipini çekti. İçeriye girdi. Kapıyı kapadı. İhtiyar, ardına döndü. 
   "Gördünüz mü? Demedim mi ben size?"

23 Ağustos 2012

Sevgi

     (...)
   Ama Nihal, gözlerini dikmiş dinliyordu. Bütün iniş çıkışlarda bana eşlik ediyor, gözlerim dolarsa, onun da gözleri doluyor, şakalarıma gülüyordu. Hangi heykelci yarattığı heykele bir de tutup âşık olmaz! 
   Karaya vurduğumuz günlerden birinde sen de söylemiştin, beni hep şaşırtan bundan sonra da şaşırtacak olan kavrayışınla: "Sen yine kendini sevdin. Bense onu sevdim!" Bu iki kısa cümlede vurgulanması gereken sözcükleri de vurgulamıştın. Her şey olup bittikten sonra konuşuyorduk. Bir güzel oturmuştu içime söylediklerin. Yıllar önce İstanbul'da, bütün tavırlarımda, konuşmalarımda hep "en duygusal, en kırılgan benim" havası olduğunu, bu yüzden yakınlarımı baskı altına aldığımı söylemiştin. Böğrümde tek hamlede sapına kadar soktuğun bıçağınla balkona çıktığımda, İstanbul'un berbat, nemli havasını güç bela içime çektiğimde, doğru söylediğini biliyordum. 
   "Sen yine kendini sevdin. Bense onu sevdim!"

12 Ağustos 2012

Doğa

Perşembe
İnekler
   İnek sürüsünün yanından geçerken, inekler başlarını bana çeviriyor ve ben geçene kadar gözlerini benden ayırmıyor. Corrientes'deki Russovichlerde olduğu gibi. Bu, şimdi olduğu gibi, "beni gören bir inek" meselesi olarak huzursuz etmemişti beni o zaman, bunlar gören bakışlar gibi geliyor bana. Otlak ve bitkiler! Ağaçlar ve otlaklar! Ey, dünyanın yeşil doğası! Kıyıdan ayrılır gibi dalıyorum bu enginliğe ve milyarlarca varlığın mevcudiyeti sarıyor beni. Ey, nabzı atan canlı madde! Gün batımları nefis, yakut bir taçta dizilmiş gibi, dağları ve ışıklı sarkıtlardan kuleleri olan beyaz-kahverengi iki ada serildi önüme bugün. Sonra bu adalar mistik bir gök mavisi ve beni Tanrı'ya neredeyse inandıracak kadar berrak bir körfez yaratarak aktı önümde -ardından ufkun tam üzerinde koyu ve yayılan bir kesiflik oluştu- ve ufka egemen o kahverengi çıkıntılar arasında ışıklı bir nokta, parlaklığın atan yüreği kaldı sadece. Hossana! Bunun hakkında daha fazla yazmak istemiyorum, gün batımları edebiyatta, özellikle bizim edebiyatımızda defalarca resmedildi. 
   Beni başka bir şey ilgilendiriyor. İnek. İneğe karşı nasıl davranmalıyım? 
   Doğa. Doğaya karşı nasıl davranmalıyım?
   Pampa ile çevrelenmiş yolda yürüyorum - ve tüm bu doğa içinde bir yabancı olduğumu hissediyorum, ben, bu insani derimin içinde... bir yabancıyım. Huzursuz edici biçimde farklı. Değişik bir mahluk. Benim insanlığımla doğa arasındaki bu ani zıtlıkta, diğerlerinin olduğu gibi, Polonyalı doğa betimlerinin de hiçbir işe yaramayacağını görüyorum. Bir çözüm talep eden bu zıtlıkta. 
   Polonyalı doğa betimler. Bunlara nice hüner vakfedildi, ama nasıl da vahim bir sonuç çıktı ortaya. Ne zamandır bu çiçekleri kokluyor, gün batımlarında yıkanıyor, yüzümüzü taze yapraklara gömüyor, sabahları içimize çekiyor ve bu mucizeleri tasarlamış Yaradan'ın şerefine bağıra bağıra ilahi söylüyoruz biz? Ama bu alçakgönüllü ve soylu yere kapanış, bu diz çöküş, bu içe çekiş en katı insani gerçekten yani insanın doğal olmadığı, doğaya aykırı olduğu gerçeğinden sadece uzaklaştırdı bizi.

9 Ağustos 2012

Fotoğraf

Öfkesini fotoğraflardan almış. Konuk odasının ortasına yığılmış yaklaşık on üç yılın anıları. Çocukluğumdan delikanlılığıma geçiş dönemini kapsayan bir küçük albüm yapmıştım kendime. Her yanı aradım yok. Demek kıyılamadı, saklandı ya da taşınmalar sırasında kayboldu. Yığını evirip çevirirken belleğim yineliyordu kimi sahneleri. Sinan'ın düğünü için diktirmişti, eteği fırfırlı elbiseyi. Eteğin yarısından tanıdım. Tüllü şapkasını da. Heybeliada'da çekilmemiş miydi şu fotoğraf? Sinan, Güneş, Tahsin, kumda güneşe vermiş bedenini Meltem. Benim ağzımda sigara. Hande mayolu, karnı yok. Konuşmaya gelen dostumuz Avukat Hakkı Derman'a sordum: "Arabuluculuk mu, kesin çözüm mü istedi senden?" Yüzünü çevirdi duvardan yana. "Benimle ilgili eşyayı, ıvır zıvırı toplarım. Bırakırım anahtarı size. Umarım bu ikinci yasal girişimden caymaz, ne beni ne kendini duygu tuzağına düşürür."

4 Ağustos 2012

Fikir


   Çünkü fikir tek başına gelmiyordu. Mahluku öldürme fikri, mahluku öldürmeme fikrini de çağırmış bulunuyordu. Mahluku öldürmeme fikri mahluk'un kim olduğu fikrini, bu ise bir mahluk yaratma fikrini çağrıştırıyordu; onun erotik ve diğer açılardan işlevsel ve işletilmesi ekonomik olmalı fikri kendiliğinden doğuyordu, erotik fikrinin doğumu kolay oluyordu, neredeyse kendiliğindendi; ekonomi kavramları da öyle sezaryene filan ihtiyaç duymuyorlardı, hepsi geliyordu, fikir bana gelmiş bulunuyordu. Kelimelerin sırtına biniyordu, onlara yan yana gelmeye ikna ediyor, razı gelmeyenlere dersini hemen oracıkta veriyor, onları zora koşuyor, bunun için öküz sinirinden yapılma kırbacını pek güzel işletiyordu; el ele tutuşan kelimeler silsileler halinde yağlı kıvrımlı organın uygun kuytularını kendilerine mesken tutuyorlardı ve başlıyordu aralarında hararetli tartışmalar, değerlendirmeler, sonuçsuz bildirgeler, sanırsınız etkisiz bir devrim konseyi toplanmıştı, fikirler işlerine yarayan kelimeleri pek güzel yaylarında geriyor ve diğer fikirlerin yuvalandığı kümelendiği köşeye doğru fırlatır, bu arada kendilerine gönderilen etkin ve tehlikeli kelimeleri savuşturmak için yine kelimelerden yaptıkları kalkanları (burada tunç kelimesi devreye gidiyordu ama bütün bunların irdelenmesi ortaya devasa bir iş çıkarır, bu yüzden işleyişin neye benzediğine dair fikir vermesi bakımından tunca işaret etmekle yetiniyoruz) kullanıyorlardı; savaş başlamıştı, kimse geri adım atmıyor hiçbir şey olmuyordu. Böylece horonlar tepildi, halaylar çekildi, sim sim oynandı, ağız dolusu gülündü, gidip geldiler etrafa ışık ve neşe saçtılar, bağırıp itiştiler kendilerinden geçtiler, kendileri oldular ve başkalaştılar; diğer kelimelerle hemen çözülecek ittifaklar kurdular, susup sindiler, beyni o ince elementi o masum sustalıyı ele geçirdiler, ayarlarıyla oynadılar, içinden çıkılmaz bir duruma getirdikten sonra artık bıraktılar, fikirler işlerini bitirmiş, beyni kendi olmaktan çıkarmışlardı, fikir sahibi olan beyin artık kendisi değildi; beden, beyin sahibi oluyordu artı, kendisi değildi; fikir, beden sahibi oluyordu, şimdi kendisiydi pek iyiydi. 

22 Temmuz 2012

Pazar

   (...)
   Gülümseyerek teşekkür etti kız. Kaldırımdan indiğimde, başörtülü yaşlıca bir kadına rastladım. Orada dikiliyor, elindeki erkek çoraplarını satıyordu. Şehrin her yanı çorap satıcılarıyla doluydu. O kadar ucuzdu ki çoraplar "hemen delinse de ziyanı yok, atarım" diye düşünüp alıyordunuz. Nitekim sokaktan aldığın çoraplar hemen deliniyorlardı, dükkândan aldıklarımın çoğu da. 
   "Üçü bir milyona."
   Yaşlı kadından üç çorap aldım, bir milyonu verdim. 
   Birkaç kez teşekkür etti kadın. Sonra da "Allah senden razı olsun" dedi. Sonra bu duayı, ona çok büyük birşey bağışlamışım gibi bir daha tekrarladı. Şaşılacak bir yumuşaklıktaydı. Dua onun ağzında, dilencilerin ağzındaki gibi değildi. Zaten yaşlı kadın dilenci değildi Ya bu dünyada yalnız kalmıştı, kendi kendini geçindiriyordu ya da çocuklarına, belki de torununa, torunlarına bakıyordu.

O çoraplardan birini İstanbul'dayken giydim. Birini de yurtdışına giderken yanıma aldım. Kaçıncı defadır yıkayıp giyiyorum, delinmedi.

17 Temmuz 2012

Çekirge


   Lânet bacadan nasıl düşüverdiğimi anlamamıştım. O olsa, "Bacanın tepesinde ne işin vardı ki?' derdi, ama yoktu. Nitekim düşenin dostu olmuyordu, aslen sıçrayanın da. Zıplayarak indim ben de. Bilmem kaç katlı binanın aşağısına doğru. Kapılar kapalı, ışıklar sönüktü. Hareketlerimi algılamayıp da yanmayan ışığa da tepem attı. Zıplayarak indim merdivenleri (...Zıplayarak ineceksin bu merdivenleri). Cehennemî bir yerdi. Karanlık. Çıkışsız. Bazen neden O'nu dinlemem gerektiğini anladım. Sıçrayarak indim, birer ikişer. Aydınlık bir kapı vardı ama bu kapı da kapalıydı. Sıçradıkça aşağı katlara doğru, kesif bir koku sardı ortalığı. Küf. "Bu küf cehenneminde mahzur kaldım" diye cıyakladım, otomat ışıklarından başka duyacak kimse yoktu. o da şahsıma tepkisizdi.   
   Bir kat daha indim, iğrenç koku havaya çökmüştü, köşe başlarına da örümcekler. Bir tanesiyle göz göze geldim, sıçrar gibi yaptım. Dandik örümcek arkasına bakmadan kaçtı, kapılardan birine doğru. Yolun sonuydu. iki kapı vardı. Elbet kapalı. "Kapılar hep kapalı mı kalmak zorunda" minvalinde cıyakladım, yeni-yetme bir kömürlük sineği yanımdan geçti gitti. Otomat zaten. Aldırmadan. Gençliğine verdim, daha uçamayan bir sineğe halel vermek bizde yoktu. O olsa öyle derdi. Şimdi bir çeşme başında, yeşillikler içinde cıyaklıyordu muhtemelen. Karanlığa alışmıştı gözlerim. etrafıma bakıyordum. kapılardan birisinin altından bir 'meltem' esiyordu, lâkin altından, orasından burasından geçemeyecek kadar da kocamandım. Sıçrayıp yokladım. Evet. Dizim geçse, Kellem ve sırtım geçmezdi. Az önceki yerime, 'iki kapı arasındaki araf'a sıçradım. Artık anlamıştım, kaçınılmazdı. Bu karanlıkta, küf ve nem cehenneminde olacaktı sonum. Oysa sıçrayabilirdim yukarı doğru o lânet çatı-katına doğru. Mecalim kalmamıştı. tükenmiştim.

15 Temmuz 2012

Atlar

12.09.91
23:19

   At yok bugün. Tuhaf şekilde normal hissediyorum. Hemingway'in neden boğa güreşlerine ihtiyaç duyduğunu biliyorum, güreş onun için resmi çerçeveliyordu, neresi ve ne olduğunu anımsatıyordu. Bazen unutuyoruz, gaz faturalarını ödemeyi, yağ değişikliklerini halletmeyi vb. Birçok insan hazır değil ölüme, kendilerininkine veya bir başkasınınkine. Şok ediyor onları, dehşete düşürüyor. Müthiş bir sürpriz gibi. Lânet, asla böyle olmamalı. Ben ölümü sol cebimde taşıyorum. Bazen çıkarıp onunla konuşuyorum: Selam, bebek, nasıl gidiyor? Ne zaman geliyorsun benim için? Hazır olacağım. 
   Ölüm için yas tutmakta bir çiçeğin büyümesi için yas tutmaktan daha fazla bir şey yok. Berbat olan şey ölüm değil aksine hayatlar, insanın ölümlerine kadar yaşadıkları veya yaşamadıkları. Kendi hayatlarını onurlandırmazlar, kendi hayatları üzerine işerler. Sıçıp bırakırlar. Sikik gerizekalılar. Sikişmeye, sinemalara, paraya, aileye, sikişmeye çok fazla odaklanırlar. Akılları tamamen pamuk dolu. Tanrıyı yutuveriyorlar düşünmeden, ülkeyi yutuveriyorlar düşünmeden. Sonra nasıl düşünüleceğini unutuyorlar, izin veriyorlar diğerlerine kendileri için düşünmelerine. Beyinleri pamukla doldurulmuş. Çirkin görünürler, çirkin konuşurlar, çirkin yürürler. Yüzyılların en müthiş müziğini çal, duymazlar. Birçok insanın ölümü ayak. Kalmadı bir şey ölmek için. 
   Görüyorsunuz, atlara ihtiyacım var. mizah anlayışımı kaybediyorum. Ölümün dayanamadığı tek şey ona gülebilmeniz. En hakiki kahkaha en düşük olasılığı kıçlarına devirir. 3 veya 4 haftadır gülmedim. Bir şeyler beni diri diri yiyor. Kendimi kaşıyorum, dönüyorum, bakınıyorum, onu bulmaya çalışarak. Avcı akıllı. Adamı göremezsin. Ya da kadını.

12 Temmuz 2012

Sükût

   (...)
   Yaklaşık bir yıl önce, o üzücü hadiseden sonra, Yeni Rakı terapisinin sürdüğü dönemlerde yani, Şule birkaç sefer kapıya gelmiş, Behzat Ç. açmamıştı. Son gelişinde kapıyı tekmeleyip bütün apartmanı ayağa kaldırmıştı. Kamber'i kırdığı Tekel şişesiyle kovalayana kadar açılmamıştı kapı. Şule cinayet teşebbüsünde bulunursa Behzat Ç.'nin kapıyı açacağını biliyordu. 
   Behzat Ç., onun bütün bunları neden yaptığını anlayamıyordu. Neden ilgileniyordu kendisiyle, ne istiyordu? Ayrıca salak değildi yani, Şule kendisine kadınca bir ilgiyle, - hadi orta yaşlı erkeklerden hoşlanan genç bir kızın safiyane hisleriyle diyelim- yaklaşsaydı, anlardı bunu.
   Şule yaklaştı, Behzat Ç.'nin boynundaki cam kırığına dokundu. "Umutsuz durumda olmayan hiçbir şeye ilgi duyamıyorum." dedi. "Paul Auster, Şans Müziği, sayfa 29." Sevdiği yazarların kitaplarını ezberlemek gibi bir huyu vardı. Hâlâ böyle insanlar vardı yani. Muadili olmayan insanlar. Yaptığı iyiliği karşı tarafın gözüne sokmaya çalışmayan insanlar. Behzat Ç.'nin hayatında çoğu insan bir başkasının yerini tutabilirdi. Harun'la Cevdet yer değiştirebilirdi mesela. Ya da Ağbisi Şevket'le Tahsin yer değiştirse, hemen hemen hiçbir şey değişmemiş olurdu. Ama Şule giderse, biri sahiden gitmiş olurdu. Maçın ilk dakikalarında on kişi kalmak gibi bir şey, akşam Tekel bayisinde 216 bulamamak gibi bir şey. Ya da hiç beklemediği bir anda, O'nun bir apartman tepesine çıkıp kendimi boşluğa bırakması gibi bir şey. Betonda kan izi, çevrede meraklı kalabalık. Ve hâlâ nefes almak, ay sonunu düşünmek, rakıyı bırakıp biraya yüklenmek, elin arada bir 14'lüye gitmesi, eski bir aşkın izini sürmek, konuşma isteksizliği, sağır olma isteği, damarlarda dolaşan yedi kilo kan, iki kilometre sinir, yaşamak aşağı yukarı böyle bir şeydi herhalde. Zırıl da zırıl... Zırıl da zırıl...

26 Haziran 2012

Batış

   (...)
  Her an bana mezardan daha dar, karanlık olmaya başlamış bu odada vaktimi, karımı beklemekle geçiriyordum, ama o hiç gelmiyordu. Ben bu hallere onun yüzünden düşmemiş miydim? Şaka değil, üç yıl, hayır iki yıl dört ay oldu; ama nedir günler, nedir aylar? Benim için bir önemi yok onların; mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder. İki yıl, dört aydır bu oda, benim hayatımın ve düşüncelerimin mezarı oldu. Bu sesler, bu gürültüler ve bütün diğerlerinin bu hayat belirtileri, bu ayaktakımının hayatı, ki bedence ve ruhça aynı soydandır hepsi, bana pek acayip, pek anlamsız geliyordu. Yatağa düşeli öyle garip ve inanılmaz bir dünyaya uyanmıştım ki, o aşağılıkların dünyasına ihtiyacım yoktu artık. Benim içimdeki öyle bir dünya idi ki, ondaki bilinmezlikleri bir bir anlamaya kendimi âdeta mecbur hissediyordum. 
   Geceleri derin, boş bir uykuya gömülmeden az önce, varlığım iki dünyanın sınırında dalgalarda çırpınırken, hülyalara dalıyordum. Bir anda kendiminkinden farklı bir varlığı aşıp geçiyordum. Bir başka hava soluyor, kendimden kaçmak, kaderimi değiştirmek ister gibi uzaklara gidiyordum. Ancak gözlerimi yumunca gerçek dünyam çıkıyordu karşıma. Bu hayal görüntü, kendi özel hayatını yaşıyordu. Dilediği gibi yok oluyor, yeniden ortaya çıkıyordu. İrademin dışındaydı olanlar. Ama bu da kesin değil. Gözlerimin önünde canlanan sahneler, rüyalardaki görüntüler değildiler, çünkü uyku alıp götürmemiş oluyordu beni henüz. Bu sessizlik, bu huzur içinde o görüntüleri inceliyor, karşılaştırıyordum. Bana öyle geliyordu ki, ben şimdiye kadar kendimi tanımamıştım. Şimdiye kadar tasarladığım haliyle dünya, değerini yitiriyor, geçersizleşiyordu; gecenindi söz; dünyanın yerine gecenin karanlığı hüküm sürüyordu (bana öğretmemişlerdi geceye bakmayı, geceyi sevmeyi). 

16 Haziran 2012

Doğuş

   (...)
   Peki, varlığı Comte de Lautréamont'un varlığına bağlı olan bu kişinin başarılı yanları neydi? Lautréamont o parazit, sakar Isidore'u küçümseyerek düşünüyordu. O yabancının hayatının karanlıkta kalmış önemli olaylarına sanat için gerekli klinik yansızlıkla bakıyordu. Bir hayatın ancak kurmacanın geliştirilmesine elveren yönleri ilgilendiriyordu onu. Gerisi erken bir ölümün, dönüşsüz bir uykunun kurbanı olacaktı. şu onun en önemli işi olacaktı: Eğretilemenin içinde eritilemeyecek bütün kişisel olguları elemek ve daha sonra o eğretilemeyi parçalayıp kişisiz bir mozaik elde etmek. Annesinin intiharından sonra ondan kalan kağıtları babasının neredeyse kesin olarak yok etmiş olduğu bilgisi de ona bu konuda yardımcı olmuştu. Babasının nasıl tanındığı ortada olduğuna göre onun da kendi geçmişiyle ilgili herhangi bir belgeyi saklama olanağı yoktu. Babası için de bir hayat uydurması gerekiyordu. Amaçlar böyledir; insanı olgulardan koparırlar, gölge bir hayatın türetilmesini gerekli kılarlar. Lautréamont geçmişle ilgili hiçbir şeye inanmayarak tarihin dengesini değiştirecekti. Eğretilemenin dolaysızlığıyla tanıtlanan doğru dışında hiçbir şeye inanmıyordu. Bunun dışında kalan hiçbir şeye güvenmemek gerekirdi. Hayatında bir yağmur damlasının çıplaklığı vardı; ama aynı zamanda kör edici bir algı berraklığı, başkalarının ürkmeden bakamayacakları müthiş bir kıvılcımlanma. 
   Lautréamont, Ducasse'ın akılcılığı yok etme, toplumsal gerçekçiliğe mevzilenmiş bir edebiyatı havaya uçurma kararlılığını devralacaktı. Bir şemsiye ile bir dikiş makinası, kırmızı bir ay ile bir piramidin üstünde batan kara bir güneş arasında ilişki kurulacaktı. Lautréamont bilinçaltının kapılarını açacak, bu da yeni ruhsal durumların, bir iç düzlemde gerçekleşecek devrimlerde biçim alacak davranış kalıplarının ortaya çıkması, insanoğlunun bütün özkimliği kavramının değişmesi sonucunu verecekti. 
   Yıllarca kendi kopyasıyla tekvücut olmak için çabaladı. Geriye bakıp düşündüğü zaman kendisinin hep bir başkası olduğunu, bütün enerjisini ikinci bir benzerini yaratmaya verdiğini fark ediyordu. Ancak o zaman anladı kendi yarattığı üstün gücün egemenliğine zamanla boyun eğmesi gerektiğini.
   Dalgalar düz kumsala şap şap çarpıyordu. Değişim seli her şeyi önüne katmıştı -evrenin moleküler dansı, yüzyıllar tek hücrelilerde son buluyordu, çakılların yokuşaşağı yuvarlanırken tıkırdayıp dalgaların geri çekilen etek ucuna yakalanması gibi. En sonunda kızıl bir göğün altında beyaz bir kumsalda kara bir çakıl yığını dışında hiçbir şey kalmayacaktı. Evrenin sonunu böyle görüyordu. Bu kıyamete Lautréamont tanık olacaktı. Alevlerle kavrulan bir kıyıda, ufuk çizgisinde zümrüt yeşili, siyah yalımlara dönüşen büyük tabakalar halindeki alevlerin üzerinde duran son insan olacaktı. 

12 Haziran 2012

Siyah



Siyah, düşmansın bana
Ve yaklaşamam zatına
Husumet hâkim hayatımıza
Ve zayıflatamam bunu
Görebilmemin tek şekli
Yakınımda tutmak seni
Sevmek seni, budur oluru
Zayıflatırım taarruzunu


Her şey şanslı ve kolaydı
İyi olan yükselendi aşağıdan
Siyaha kadar, o berbat yakınlık
Geldi ve arz etti merak hissimi
Anında tüm gözler döndü ona
Bırakarak izlenmemiş bir vücut bana
Ve sarkıttı, vücudumun göğüs kafesini
İştahlı bakışının altından 
Siyah çürüyordu hızla
Ve bu ağır gelmişti bana
Onun saygısızlığı hayatın veçhelerine
Korkuttu beni yok edecekti beni 


Siyah, düşmansın bana
Ve yaklaşamam zatına
Husumet hâkim hayatımıza
Ve zayıflatamam bunu
Görebilmemin tek şekli
Yakınımda tutmak seni
Sevmek seni, budur oluru
Zayıflatırım taarruzunu


Sandım ki kalkışırım onu kesmeye
Kalkışırım onu alaşağı etmeye
Tek yolu onun eşiti olmanın
Vurmaktı ona bir kürekle
Ama gerçekten onun üzerinden bakmak
Bu Nihaî günah olurdu
Ol sebep sordum şapşala
Görmek ister mi diye odalarımı
Ve bir arkadaş ve bir yoldaş olarak
Ve bunun tüm çağrıştırdıkları
Bıraktırdım ona neyi vardıysa 
Bizi gayr-ı müttefik kılan

10 Haziran 2012

Kehanet

     (...)
   Fakat sormak istediği şeyler nelerdi? Kendi Makedonyalıları, eski zamanlara ait harika hikâyeler anlatıyordu. O zamanlar çok az kimselerin inandığı, birçoğunun alayla karşıladığı ve herkesin bildiği efsaneler, şimdi girişilen Asya seferi ile yeniden canlanmıştı. Anayurt dağlarında Olympias'ın kutladığı gece şenlikleri hatırlanıyordu. Onun büyü sanatı, bu yüzden Kral Filip'i bırakmış olduğu biliniyordu. Güya Kral Filip, bir zamanlar yatak odasında eşini gözetlemiş, bu sırada onun koynunda bir ejder görmüştü. Delphoi'ye göndermiş olduğu güvenli adamları, Tanrı'nın şu cevabını getirmişlerdi: Kral Filip Ammon Zeus'a kurbanlar sunmalı, buna her Tanrı'dan üstün saygı göstermeliydi. Herakles'in de ölümlü bir annenin oğlu olduğuna inanılıyordu. Olympias'ın Hellespontos'a giderken oğluna, yani İskender'e, doğuşunun sırlarını açığa vurmuş olduğuna inanılmak isteniyordu. Başkaları ise başladığı seferine devam etmek için İskender'in, tıpkı Herakles'in ejder Ataios'a karşı giderken ve Perseus'un Gorgo'lara (kadın canavar) gitmeden önce yapmış oldukları gibi, Tanrı'ya başvurarak onun görüşünü sormak istediğini sanıyorlardı. Bu kahramanların her ikisi de İskender'in atalarıydılar. Şimdi İskender'in de onlar gibi hareket etmesi doğal görünüyordu. Gerçekte İskender'in ne istediğini kimse anlamamıştı. Yalnız az sayıda asker kıtaları onunla beraber Ammonion'a gidecekti. 
   Kafile İskenderiye'den hareket etti. İlk önce deniz kıyısı boyunca Paraitonion'a doğru yürüdü. Burası Kyrenaika'lılara ait olan ilk şehirdi. Kyrenaika'lılar, krala elçi, 300 savaş atıyla beş tane dört çift koşumlu araba olmak üzere bağışlar gönderdiler; aynı zamanda İskender ile bir ittifak yapma dileğinde bulundular. Dilekleri yerine getirildi. Bundan sonra yol, güneye doğru giderek hep aynı renk ufkunda tek bir ağaç, tek bir tepe yükselmeyen kumsal çölden geçiyordu. Bütün gün hava ince tozla dolu, çok sıcaktı. Çok kez kumlar o kadar gevşekti ki güvenlikle bir adım bile atılamıyordu. Hiçbir yerde dinlenecek bir çayır, yakıcı susuzluğu giderecek tek bir kuyu veya kaynak yoktu. Çok geçmeden o mevsimin bir armağanı olarak çıkıp yeni yeni serinletici etkisini gösteren yağmur bulutları, çölde Tanrı'nın bir mucizesi olarak sayılıyordu. Böylece yola devam edildi. Yolu belli edecek hiçbir iz görülmüyordu. Esen her rüzgârla yerini ve şeklini değiştiren bu kum denizindeki kumullar kılavuzları büsbütün şaşırtıyordu. Artık bunlar da vahanın bulunduğu yönü kestiremiyorlardı. Tam bu sırada kafilenin başında birkaç karga göründü. Bu kuşlar, Tanrı'nın elçileri sayıldı. İskender Tanrı'ya güvenerek kargaları takip etme emrini verdi. Kargalar yüksek bağırtılarla önden uçuyor, kafile ile beraber dinleniyor, harekete geçtiği zaman onlar da havalanıyorlardı. En sonunda hurma ağaçlarının tepeleri göründü. Biraz sonra da Ammon'un güzel vahası kralın kafilesine kucağını açtı.

4 Haziran 2012

Düzen

8.

Lykurgos'un giriştiği ikinci ve en cüretli reform, toprakların yeniden paylaştırılmasıdır. Mal mülk eşitsizliği o hale gelmişti ki, şehir topraksız, varlıksız insanlarla doluydu ve bütün servet küçük bir azınlığın elinde toplanmıştı. Lykurgos, Isparta'dan hayâsızlığı, kıskançlığı, cimriliği, gösterişi ve bunlardan daha köklü ve daha yıkıcı olan toplum hastalıklarını, yani zenginliği ve yoksulluğu söküp atmak için, bütün memleketin orta malı olması, toprakların yeniden bölüşülmesi gereğine yurttaşlarını inandırdı. Herkes geçim bakımından eşit olacak, kimsenin erdemden başka üstünlüğü olmayacaktı. Çünkü, aslında insanlar arasında ayrılık ve eşitsizlik yoktu. Ayrılık ve eşitsizlik olsa olsa, kötü davranışlarla iyi davranışlar arasında olabilirdi. Söylediklerini gerçekleştirerek, Isparta şehrine bağlı toprakları dokuz bin parçaya bölüp Ispartalılara dağıttı; Lakonia'yı ora halkı için otuz bin parçaya böldü. Lykurgos Isparta için sadece altı bin pay ayrımı yapmıştır. Polydoros buna sonradan otuz bin daha eklemiştir. Kimine göreyse, dokuz bin payın yarısını Polydoros öbür yarısını da Lykurgos sağlamıştır.
    Her toprak payının, yılda, erkek başına yetmiş, kadın başına on iki medimnosluk arpa buğday ve sebze sağlayacağı hesaplanmıştı.
   Lykurgos'a göre, herkes bu kadar yiyecekle gücünü, sağlığını besleyecek ve daha fazlasına kimsenin ihtiyacı olmayacaktı. Sonradan, bir yolculuktan dönüşünde Lykurgos, hasat zamanı, sıra sıra dizilmiş eşit ekin yığınlarını görmüş ve gülümseyerek yanındakilere, bütün Lakonia'nın binlerce kardeş arasında bölüşülmüş bir çiftliğe benzediğini söylemiş.



1 Haziran 2012

Öfke

   (...)
   Çavdar Hüseyin, Kolsuz Musa'ya demiş: 
   "Ozana dedim, 'sen bu tek telli saza vurur, ölüyü diriltip konuşturursun, ölmeden benim hikâyemi de bu saza vursan." İşte o vakit ozan dönüp, Hüseyin-e Çöyder'e şunu söylemiş: 
   "Hüseyin, merak etme, şu topraklarsa sökülüp atılmayacak bir şey varsa o da senin namındır. Sen benden hikâyeni duymadın diye üzülme, söylemeyi çok isterdim ama ben ne zaman elime şu sazı alsam, nasıl sen o yerin altında, nizamiyenin karşısında mevzi tuttuysan, nasıl ki o üveyik kuşu gelip senin dışarı uzattığın namluyu ardıç dalı sandıysa, ben de bu sazı elime aldığımda parmaklarım donup kalır. Hani, elim tele vursa devamı gelecek, ortalığı bir toz duman alacak ama sen nasıl o tetiği çekemediysen, benim parmaklarım da bu tek tele vuramıyor, kilitleniyor." Ozan çok üzülmüş, demiş, "Keşke öfkeyi benim sazımın telleri zapt edebilse. Öfkeyi sazın teli zapt etse dünyada ölüm mölüm olmaz. İnsan insanı dinler, dert derdin kapısını açar." "Ama," demiş, "benim bu sazımın telinin işlemediği tek şey öfkedir, ben taşı dile getirtip konuşturdum. Zemheri ayında yılanı kış uykusundan uyandırıp afsunladım, kurdu kuzuya nöbetçi diktim.""Ama," demiş, "öfkeyi huzura kardeş kılamadım. Ama sen merak etme, şu Dersim'de bir şey

20 Mayıs 2012

Sıkıntı

   (...)
   - Seni öldüreceğim. 
   Dediğini duymadığın gibi, benim dediğimi de duymuyorsun. Dediklerimi duymuyorsun. Söylemesini bilmediğini söylemiştim sana. Çünkü sen daha önce dinlemesini bilmiyorsun. Dinlemesini bilmediğin için söylemesini de bilmiyorsun. Dinlemediğin için duymuyorsun. Dinlemediğin için öğrenemiyorsun. Öğrenemediğin için bilmiyorsun. Bilmediğin için yapamıyorsun. 
   - Seni öldüreceğim. 
   Bak ölmüş değilim. Konuşuyorum seninle. Sen dinleyip duymadığın için seninle değil kendimle konuşuyorum. Ah bir duysaydın, duyabilseydin. Ben burada bir korkusuzluk içinde.. Ama sen onu da iyice göremiyorsun. Bak kılım kıpırdamıyor. Bak. Ne olur biraz bana bak. 
   - Seni öldüreceğim. 
   Çok tekrarladın. Biliyorsun, saklı bir tek fikrin daha var. Yalnız onu bekliyorsun. Benim korkmam. Beni korku içinde görmen. O zaman hemen ateşleyeceksin. Ama ne yapayım, elimde değil, korkmuyorum. Ben korkmayınca da sen boşlukta, kendi boşluğunda kalıyorsun. 
   Ben niye korkmuyorum? 
   - .....................
   - Cevap ver, ben neden korkmuyorum? 
   - .....................

19 Mayıs 2012

Gençlik

   (...)
   "be, ce, de, fe, ge, hi, ji, ki, li, mo, no, pö, rö... Bakın bunlara! bu fişlerde bizim hayatımızın esamesi okunmuyor. Bu heceler bizi oluşturmuyor. Bu harfler gelip, toparlamaya çalıştığımız kafamıza, birleştirmeye zorladığımız parmakuçlarımıza vurmaya kalkıyor. Bu harfler bize cebr ediyor, canımızı yakıyor. Bu harfler bizi çarşıya nar almaya gönderiyor, eve varır varmaz kırk parçaya bölünüyor. Nedir bu diye soruyor sonra, bizimle matrak geçercesine!"
   Aniden susup bakışlarını sınıfın üzerinde gezdirerek, hergeleye bak sen, aklı sıra tansiyonları yükseltiyor. Sonra elini öğretmenin masasına indirip patlatırcasına konuşmaya devam ediyor. 
   "Cevap veriyorum arkadaşlar! Mülayime, büyüğe, efendiye... Dilimi bir karış uzatıyorum. Ben biraz ayıp ediyorum. Harfler beni şaşırtmış. Ben hikâyemi, hikâyedeki gerçeği arıyorum. Ant içiyorum! Bu yolda önümü kesen her bir harfi kendine getireceğime, bana hayatı anlatan mavallara kıçımla güleceğime, tersine tersine gideceğime ve 'Andımıııızzzz adıımııııııııızdır / Yolunaaaa taş koyarız. / Kü'çük'ümü koruyacağıma / bü'yük'ümü sayacağıma ant içiyorum!'"
   En önde oturan "Ambiti Kızlar" grubundan Hamide, bir hayret çığlığı atıp ellerini al olmuş yüzüne kaçırıyor: "Çok terbiyesizsin Zekeriya!"
   Zekeriya eliyle kızı gösteriyor. "Alın işte size bir adet dört dörtlük, tam uyaklı şiirler gibi, koca ve dayak aşkıyla yanıp tutuşan biri."
   "Ayy benden ne istiyon be! Salak şey!" diyen kız, kollarını bağdaş yapıp suratını asıyor. 

18 Mayıs 2012

Bira

bilmem kaç tane bira şişesi
tükettim beklerken şeylerin
düzelmesini
bilmem ne kadar şarap ve viski
ve bira
çoğunlukla bira
tükettim sonrasında
kadınlarla ayrışmaların-
beklerken telefonun çalmasını
beklerken sesini adımların
ve telefonun çalmasını
beklerken sesini adımların
ve telefon hiç çalmaz
çok sonrasına dek
ve adımlar hiç varmaz
çok sonrasına dek
midem geliyorken
ağzıma
varırlar bahar çiçekleri kadar taze:
"ne halt ettin kendine?
3 gün alacak sikebilmen beni!"

12 Mayıs 2012

Dışarı

Nerdesin? diyor İkinci Ses.
Sessizlik.
Nerdesin? diyor İkinci Ses.
Sessizlik
Cevap yok.
Karlara mı gömüldü? Dışarı çıkar çıkmaz dondu mu? Yolunu mu şaşırdı? (Kendi kendine konuşuyor gecenin ayazında İkinci Ses.) Nerdesin? diye sesleniyor yeniden.
Cevabı sen ver, diye bir ses geliyor uzaktan. (Birinci Ses bu.)
Basit bir cevap, diyor İkinci Ses.
Ver basit cevabı diyor, Birinci Ses. Seni dinliyorum.
Burda, bu dağ başındaki odamızın bir köşesindeyiz, diyor İkinci Ses. Büzülmüşüz, kendi kendimizin içine girmiş, kendi kendimizle konuşmakta, kendi kendimize soru sormakta, kendi kendimize cevaplar vermekte, kendi kendimizi okşamakta, kendi kendimizle dertleşmekte, kendi kendimizle sevişmekte.
Daha dışarı çıkmadık mı? diyor Birinci Ses. Daha başkalarına kavuşmadık mı? Yalnızlığımıza daha başkaları girmedi mi?
Yalnızlığımız her zaman çoğul, diyor İkinci Ses.
Nerde bu çoğulun kişileri? Burda, nerde? diyor Birinci Ses.
Onlar... onlar ordalar... diye kekeliyor İkinci Ses. Dışardalar. İçerdeler. Bir odanın içinde toplanmışlar. Tandırın başındalar. Çoluk çocuk, Kadın, kız, kızan. Kimileri bir köşeye büzülüp yatmış. Yarın sabah kalkacaklar. Yarın sabah kalkacaklar, birkaçı ağıla gidecek, koyunları çıkartacak. Birkaçı tepeye tırmanıp ot getirecek kızaklarla. Birkaçı bu gece ölen biri varsa onu gömecek gün doğumunda. (Mezarları derin kazmalarını ve dereden uzak tutmalarını öğütledim onlara.) Birkaçı hamur yoğuracak, yufka açacak. Birkaçı bulgur çorbası pişirecek (belki bir çanak da sana getirecekler), birkaçı okula gelecek. Seninle konuşacak. Sana bir sözcük öğretecek. Senden bir sözcük öğrenecek. Seninle dertleşecek. Seninle söyleşecek.

28 Nisan 2012

Sanat

    Perşembe
    Colona'da konser. 
   Bugün öğleden sonra, birinin gelişigüzel mırıldandığı bir melodiyle tam orta yerinden vurulan, ama şimdi fraklı bir maistro'nun altına batırılmış bir tepside kokteyl köftecikleriyle birlikte sunduğu müziği tiksintiyle geri çeviren ruhumun keyfiyle kantara vurulduğunda, en iyi virtüözünü esamisi mi okunur? Birinci sınıf lokantadaki yemek, en iyi tadı vermez her zaman. Aslında kendisini mükemmel olmayan bir biçimde, rastlantısal olarak ve kısmen, sadece bana kendi varlığını şöyle bir duyuracak şekilde yorumlama imkansızlığının dışında kendisini belli belirsiz hissettirmeye olanak tanıyarak ortaya koyan sanat, bana hemen hemen her zaman hitap eder. Açık kalmış pencereden caddeye yayılan bir Chopen'i, bütün o ıvır zıvırlarıyla bir konser sahnesine kurulmuş Şopen'e yeğlerim. 
   Bir Alman piyanist, orkestra eşliğinde dört nala kalkmış gidiyordu. Orkestranın çıkardığı sesler bana ninni gibi geldi, bir takım hayallere - anılara dalıp gittim - yine o mesele, hani yarın halletmem gereken - sonra köpeğim Bumfili, foksteriyer... Ben bu haldeyken konser çalışmayı, piyanist de dörtnala koşuşunu sürdürüyordu. Acaba bu piyanist miydi yoksa bir at mı? Burada Mozart'ın falan kimselerin umurunda olmadığına yemin edebilirdim; önemli olan tek şey vardı; acaba bu ayağına tez safkan, Horowitz'in ya da Rubinstein'ın dizginlerini de ele geçirebilir mi yoksa geçiremez mi sorusu. Burada bulunan beycikler ve hanımcıkların zihinleri bir soruyla meşguldü: Bu virtüözün klası neydi; acaba piyanosunun eni Arrau'nunkinin enine, kuyruğu Gulda'nınkinin boyuna denk miydi? Böyle olunca da, seyrettiğim bu şeyin sanki bir boks maçı olduğu hayalini kurdum ve virtüözün yandan bir pasaj darbesiyle Brailowski'ye geçirişini, oktavlarla Gieseking'i yere serişini, titrek seslerle Solomon'u nakavt edişini gördüm. Piyanist miydi, at mıydı yoksa boksör mü? Bana sanki Mozart'ın sırtına atlamıi, onu eze eze ve döve döve ve bir davula vurur gibi vura vura ve mahmuzlarını ona batıra batıra Mozart'ın üzerinde giden bir boksörmüş gibi göründü. O da ne? Bitiş çizgisine vardı! Alkışlar, alkışlar, alkışlar! Jokey attan inmişti ve mendiliyle alnını silerek eğilip selam veriyordu. 
   Locada birlikte oturduğum kontes iç geçirdi: - Mucizevi, mucizevi, mucizevi!...
   Kocası kont da: - Pek anlamam ama, sanki orkestra biraz yetişemedi mi ne...
   Köpeklerine bakarmışçasına baktım onlara! Aristokrasinin nerede nasıl davranacağını bilememesi, öyle sinir edici bir şey ki! Zaten onlardan istenen çok bir şey yok, ama bunu dahi yapamıyorlar! Bu kişiler, müziği, manikürleri ve yapmacık tavırlarıyla birlikte kendilerinin de bir parçası oldukları bir sosyete toplantısı için bahane olduğunu biliyor olmalılardı. Bunu bilmelerine karşın kendi alanlarında, aristokrat salon dünyalarında kalmak yerine sanatı ciddiye almayı istiyor; ona korkularından doğan bir saygı göstermek zorunda olduklarını hissediyorlardı - böyle hissede hissede de kontluktan çıkıp çaylak öğrenciliğin içine düşüyorlardı! İki yüzlülükle söylenilecek, tamamen biçimsel lakırdıları seve seve kabullenirdim... Ama bunlar, içten olmaya çabalıyorlardı... Zavallılar!

24 Nisan 2012

Harç

   (...)
   Tiyurin aşağı inerken, arkasından,
   - Bu pezevenkler, çalışma günlerini neden bu kadar kısa tutuyorlar? Paydos işareti tam işe ısındığımızda veriliyor, diye bağırarak espri yaptı. 
   Elektrik santralinin ikinci katında Şukov, Senka'yla yalnız kaldı. Senka'yla uzun boylu konuşulmazdı nasıl olda. Üstelik ona bir şeyler söylemek gerekmezdi de; çünkü hükümlülerin arasında en akıllısı odur. Sözcüklerin yardımı olmadan anlar her şeyi. 
   Harcı at, tuğlayı yerine yerleştir, üstüne basarak düzgün olup olmadığını kestir. Sonra gene harç, tuğla, harç, tuğla, harç, tuğla...
   Demin Tiyurin'in kendi ağzıyla artık uğraşmamasını söylemesi yeterli değil miydi sanki? Geriye kalanı duvarın üstünden at ve çık git. Ama Şukov öyle yaratılmamıştı bir kez. Kamplarda geçirdiği sekiz yıl bile değiştirmemişti kişiliğini. Bir işe yarayabilecek her şey için kafa yorar, yapabileceği her işi yapmaya çalışırdı. Yeterli nedenler olmadan hiçbir şeyi, küçük bir teneke parçasının bile ziyan olmasına razı olmazdı gönlü. 
   Harç, tuğla, harç, tuğla, harç, tuğla...

13 Nisan 2012

Siz - Bab 1.1.


   Baktığında, en sevdiği tarihsel kişilik Stalin’di. Elbet bunu dillendirmek haşindi. Zaten tarih de artık sokaklarda yer-kaplayan-bunakların lâkabından başka bir şey değildi. Kurcaladığı kitabı ceketinin iç cebine sokuşturmaya çalışırken yerinde doğruldu Z. Doğrulmayanlar da vardı. Asla ve yakın gelecekte. Y.’nin ivmesini artırarak düşen damlalara rağmen kıpırdamaması üzerine Z. Kitaba tekrar davranır gibi oldu. Şimdilerin – feci şekilde yanlış – bilmişçesine el yazması dediklerine davrandı. Oysa elle yazılan bir şey yoktu. Güpegündüz matbuydu. Ama Z.’ye göre, “İşte bu!”ydu ve de hava hoştu. Aslen değil. Yağmur başlamış, köprü altına sığınanlar da başlamıştı. Toplanmaya. Konuşmadan. Z., bir kez daha kitabın arkasındaki bıyıklı adama baktı. Yeterince iddialıydı. Lânet olsun ki herifin yazdıklarından zerre bir şey anlamıyordu. Hiçbir köprü altında – kendisine hariç – itiraf etmediği veçhile, sadece ‘karşıt’ olanı benimsemiş ve bu ‘karşıt’ın sağda solda duy(a)madığı kadarıyla simgesinin bu pos bıyıklı herif olduğunu öğrenince, birkaç eserini kendilerini sağda solda düzen-karşıtı sayanların elinden elindekilerden vazgeçerek edinmişti. Ve bu zamana kadar da, Stalin’in iddia ettiği kadarıyla tarihin pek de ileriye doğru hareket ettiğini, kendi üzerinde, görmemişti. Hapşırdı. Yağmur başladığında hep hapşırırdı. Ve yıllar önce affedilmeyecek bir hatadan ötürü kaybettiğini. Y., uzandığı yerde çeyrek tur dönünce, kaybedilenlerin çetelesi “el yazması” ile birlikte ceketin cebine girmişti. İvedi. Y. de “Gidelim hadi.” Uyku sersemliğiyle Y. her zamanki olağan sersemliğine ilaveten, toplum içinde pek de makbul karşılanmayan, dinî kesimlerin de mekruh addettiği, birinci çoğul şahıs’ı kullanmıştı. Z. ise etrafta dağılanların toplanan bakışlarını dağıtırcasına “Ne dediğini bilmiyor bu sikik,” gibisinden bakınırken, Y., harıl harıl sikini kaşıyordu. Hiç umursamadan, Z. de yağmurda kaybettiğinin belleğinde kabuk bağlamayan yarasını kaşıyordu.

9 Nisan 2012

Dünya

    (...)
   Harun bu yaşananların hep iki yanlı olduğunu düşündü. İyi şeylerle kötü şeyler... Sonsuz merhametle acımasızlık... Fakirlikle zenginlik... Acıyla mutluluk... Bozkırda bırakılmış cesetle kartpostal koleksiyonunda Lya de Putti'nin fotoğrafları... Tersi ve yüzü... Ardından yaşam devam ediyor, her şey unutuluyordu. Ama kuşkusuz unutmayanlar da vardı. Felaketin doğrudan doğruya çarptığı insanlar. Kutsal acıyı duyanlar da onlardı. Kutsal acı, yalın, çıplak bir şeydi. Acı çok ağır olduğu için kutsaldı. Yoksa kutsallığı falan yoktu. Harun yazdıklarına bunu koyacaktı. Acıları çıplak olarak ortaya çıkarmasa da, arka plana yerleştirecekti onları. Dolaylı olarak, bazen de çok dolaylı olarak yansıtacaktı. Dramatik olandan kaçınmayacak, ama onu yaşam gibi değişken, akıcı bir şeyin içinde yansıtmaya çalışacaktı. 
   İnsanların ruhları arasında da büyük farklar vardı. Sabaha doğru ağır adımlarla alçakgönüllü evine dönen  bir caz yıldızı insanlığın neresindeydi? Bir McCarthy'ci neresinde? Böyle bir şey, bütün bütüne böyle bir şeydi dünya. Bunların hepsi biraradaydı. Bu kadarcıktı insanların yarattığı dünya. En trajik olan da buydu: İnsanlık sadece bir kavram mıydı? Belki hiç de canlı bir bütünselliği yoktu. 

1 Nisan 2012

Problem


   “Sakallarımı keseyim bari,” diyor kendine, devamı gelmiyor. Sesi kısık spor spikeri sehpadaki biraya kaş göz ediyor.
   “İç ve sız…” demiyor. Gözleriyle selektör yapıyor.
   “Give me the drink of the fluid that disintegates[i] ile amerikanca mukabele ediyor, spiker anlamıyor. Maç skorlarını arz etmek daha kolay.
Sönmezken bu kül tablalarında yanan alımsı tütün, zaman geç. Muhtemelen üst katlarda bir adam kadının içine erken boşalıyor, bambaşka bir kadın bu erken boşalmanın boşaltmadıklarını karnında okşuyor. Bambaşka bir adam kalkmayan sikinden ötürü her şeyi kaldırıp atıyor. Aklında. Belki de odasında. Güzel bir kadınsa ağlıyor. Müsebbibi ağlamıyor. Bir mesaj iletisi sesi, bir mektup hışırtısı. Yok. Mutlak. Zaman, tüm bunların saati. Güneş-temelli algılarda ‘gece’... Alt katta ölü yiyici[ii] yığından başka bir şey yok. Ona yakın yaşamak, üşütüyor. Aklen üşümüşleri de donduruyor.
   N. ise gülüyor. İçiyor. Şimdiki zamana alışıklığı da olmadığından haybeye eğleniyor. Yalan. Birkaç gün öncesinde ağladı N. bira ve o güzelim rakı alaşımından çok sonra. O hâlde evi bulup kendini bulamamanın ağırlığıyla. Ağladı. Kaybetti. Hatta ortaya en olmadık karanlık sahneleri renklere bulamış hâlleriyle çıkardı, beğenilmedi. Her şeyi kaldırıp sanatına olan kaş çatan mütalaayı kaldıramadığından tahterevalliyi kaldırmadı. Bindi. Diğer ucu arza doğru indiremeyince yetersizliğini – kimi istanbulzâdelerin ‘hafiflik’ dediği – anladı. Sakallarına Akdeniz’e ulaşmak isteyen Rus şevkinde hücum eden gözyaşları ve Bulgaristan’da aralarına katılan sümükle karışık bulamacı sevmiyordu. Bulanıktı işte.  O yüzden terastı, bir vakt-i ikindi keşfettiği, bu nihayet-i çıkmaz.
   N. üşenmeden eline aldığı kalemle yazıyor. Düşmüş ve düştüğü yerden bağırmaktan feci şekilde tereddüt eden adamlara özenerek bir şeyler yazacağını düşünürken, yazıyor. Postmodern.

Bir adamı A(kıl) musluğu 1,5 saatte dolduruyor. En tazyikli olarak, gözlerini (Buradaki sızıntıyı yok sayınız, Pi’yi üç aldığınız günleri yâd ediniz). Bir başka B(ira) musluğu ise aynı adamı 45 dakikada boşaltıyor. Bu iki musluk birlikte açılmıyor. (Lânet olsun!). B musluğu yaklaşık üç saat açık tutulduktan sonra (kuruyup gitme istenci) A musluğu kaç saat açık tutulmalıdır ki bu adam tam anlamıyla dolsun?”

31 Mart 2012

Muntazam


    (...)
   Bir süre sonra buzdolabı fabrikasında 'Muntazam işçi' diye yeni bir şey ortaya çıktı. İşçiler muntazam çalışanlar, muntazam çalışmayanlar diye ikiye ayrıldı. Muntazam çalışanlara daha fazla saat ücreti verildi. Muntazam olmayan işçilere her ödemede muntazam lafından sinir geldi. Sinirlenen işçilerden biri bu lafı ağzında evirip çevirip diliyle hart diye kesti. 'Muntaz' diye bir laf işçi dilinde küfürler arasına geçti. 


   İşçiler daha hızlı
   Uçaktan daha hızlı
   Çalışın daha hızlı
    
            Elim ayağımdan önce
            Uzanırsa prese?
            Parmaklarınız kopar
            Üstüpüye kan dolar

   İşçiler daha hızlı
   Uçaktan daha hızlı
   Çalışın daha hızlı

   Bay İzak'ın yeni müdürünün okumak için gittiği uzak ülkeden geldiği 'Daha Hızlı' şarkısı buzdolabı fabrikasında çalışan işçilerin kulaklarını sabah akşam cırnakladı. Muntaz seçilen en işçi diğer işçilerden daha fazla saat ücreti almaya başladı. Muntazlar güle söyleşe, muntaz olmayanlar söve eğleşe yoğurt kaplarının üstüne eğildi. Muntaz işçilerin de çok muntaz olanı, az muntaz olanı vardı. Çok muntaz olanlar az muntaz olanlardan daha fazla saat ücreti alıyordu. Çok muntaz olanlar ve çok saat ücreti alanlar yoğurtları çabucak bitirdiler. Bantın başına geçtiler. Az muntaz olanlar ve çok muntazlara göre az saat ücreti alanlar onların arkasından dizildiler. Muntaz olmayanlar eğildikleri yoğurt kaplarının üstünde göz göze geldiler. Ağız ağıza verdiler. "İkramiyeden yoğurda dönenin boğazında kalsın lan," dediler. Yoğurtları yemediler. Kaşıkları koltuklarının altına sokup oturdular. Yeni müdür oturanların başına gelip dikildi. Tüy gibi yumuşak bir sesle işçileri yoğurda buyur etti. İşçiler yoğurtların kaymaklarına kaymaklarına pıskırıp güldü. 

24 Mart 2012

Pes

V

   Üçüncü sınıf bir lokantaya girdim, tavuk, pilav söyledim. Portekizli kara bir işçiyle yan yana yiyoruz yemeğimizi. Aynı yemekleri yedi benimle, aynı şarabı içti, kalktı. Korkunç sevindim buna. Dünyanın her yerinde insanlığın akı olan sıradan insanların demlendikleri, yiyip içtikleri, insanı insan eden yerler var: Lizbon'da bu, adım başına var. Bilemeyeceğim bir insanlık kokusu var Lizbon'un. Bir o kadar da cinsellik! Kendiyle, insanlarıyla yaşamayı öğrenmiş bir kent Lizbon. Kokular bunu gösteriyor. ('Bütün kokular yönlendirir yaşamımızı.')

   Sabahleyin kent uyurken, kenti dolaşıyoruz seninle. Hem ben ne zaman seni düşünsem yanımda yürür bulurum seni. Bir kuş neredeyse sürünerek geçti bana. Kutu kutu Lizbon. Eskiyle yeni yan yana. Şu açık: Hiçbir şey geçmişini koruyamamaktadır. Dünya yeni bir dile doğru gidiyor. Eski dünyanın üstüne bu yüzden kusuyordun sen. Şimdi bir kahvede (A Bresilieria) güneşler içinde Pessoa'yla yan yana oturuyoruz. Larga Carres alanında. Burayz gelmek için nice eski mi eski sokaklar teptim, tepeleri, vadileri sırtlandım, öyle geldim. Pessoa'nın yontusu iki adım ötemde, ayak ayak üstüne atmış şapkasının altından bakıyor. Pessoa'yı seninle hiç konuşmadık. Yaşarken adıyla hiç kitap yayınlamadı. takma adlarla yetindi. Otelden otele taşındı durdu, içi el yazılarıyla dolu koca bavullarıyla. Şimdi işte burada oturuyor, her zaman oturduğu yerde. Ve ynı boyda, posta: Dünyada ne idiyse öyle. Benim kendime dayanılmazlığım biter tükenir şey değildir. Ben kentleri şairleriyle severim, öyle var olurlar bende. Paris, Lautréamont'du, Sade'dı. Roma, Dante'nin el yazıları; Venedik, Ezra Pond, saymaya kalkmayayım. Bağışlar, ey boynu vurulmuşum!


20 Mart 2012

Cehennem


Cehennem Haziran'ın altısında yeni bir kanat açtı ve insanın alanına, şehvetli özlemlere doğru genişledi Kanada çapındaki ve müşteri dostu stratejileriyle bir alışveriş merkeziyle birlikte.  

"Makul fiyatlı ürünler ve tüm cehennemî ihtiyaçlarınızı karşılayacak ücretsiz park yeri."

Kırmızı kurdele Martin Luther, Gandhi ve Mussolini tarafından kesildi saat tam altıda destansı boyutlarda yayınlanan bir televizyon seremonisinde. Hepsi Günlük İblis ve Cehennem Gazetesi'nden kameramanlara gülümsüyordu, aleve sarısındaki bina her yaş ve inançtan tüm günahkâr müşterilerin hizmetine sunulurken. 

Maalesef CEO açılış için orada olamadıysa da ruhu park yeri üzerinde kesif bir şekilde yayılmıştı. 

Shamka, Arap tezgâhtar, en geniş tebessümüyle gülüyordu tüm müşteriler döner kapıdan sülfür-kokan, muzik-dolu alışveriş merkezine süzülürken. Garip bakır bozukluklar ve odun kömüründen çek defterleriyle donanmış hâlde, mütemadiyen İblis'in en iyi indirimlerini arıyorlardı. 

Tırmanma becerileri ve mutlak bir yükseklik korkusu yokluğu gerektiren zebanî raflarda her şey düzgünce istiflenmişti. Birçok müşteri daha oradayken mutluluk ummayı kesmiş, bozuklukları iade ederek yüzeye gerisin geri sürünmüştü - Bağımlı, loş ve kendilerinin yol açtığı bir itibar kaybında boğularak. 

Artta kalanlar da nihayetinde kayboldu ve kendilerini çaresiz bir şekilde acil çıkışı ararken buldu. Bunun olmadığını anladılar ve orada bozuklukları toplanırken çek defterleri lime lime yırtıldı. 

Şans eseri, hepsinin kredi kartı vardı. 



18 Mart 2012

Mıh

   (...)
   "Were halo, bêje çi dixvazî?.."
   Dayımın dükkânında birinci dersim, körük çekmek, ikinci dersim de bu cümleydi: "Gel dayı, söyle ne istiyorsun?"
   Onlar, göz ucuyla şöyle bir boyumu süzer, sesime, çağrıma pek kulak asmazlardı. Yanıbaşımızdaki hana girerlerdi. Orada atlarını, eşeklerini cimri mi cimri olan han sahibi Pinti Hacı'ya teslim ederlerdir. Hacı atları, eşekleri, avludaki duvara çakılı sayısız çengellerden birine yularlarından bağlardı. Hacı'nın olmadığı zamanlar, yani ölü fiyatına hurda demir toplayıp sonra birkaç misli fiyata hanın çevresindeki demircilere satmak için ayrıldığı zamanlar, görevini nalbant Sabro yapardı. Nalbant Sabro, iyi bir nalbant olmasının dışında pek de matah bir insan değildi. Genelde Papaz Arsen'in sözlerini ters yorumlardı. Onun 'içme' dediği zamanlar sarhoş olur, "kiliseye gel günahların için Tanrı'dan bağışlanmanı dile" dediği zamanlar ise, evine dönerken kilisenin sokağından geçmemek için yolunu değiştirir, başka sokaklara sapardı. 
   Ben Hacı'nın hanına girip çıkanlara, gelen geçen köylülere ha bire 'Were xalo' der dururdum. Bazen sesime, çığırtkanlığıma kulak verip bir şeyler söyler, bir şeyler satın almak isterlerdi. Basit olanlarını anlardım. Önümde duran mıhları göstererek sorarlardı: 
   "Çıqas?" 

11 Mart 2012

Müdavim

       (...)
   1992 Nisan'ının altısında, profesör Lojze'nin ölümünü bildiren bir haber, Kvarner'in penceresine tutturuldu, hemen yanında Jarcedole'e atılan ilk kovanlar hakkında haberler vardı. O gün müdavimler içmekten çok konuştular. Mühendis Edo, futbolcu Velija, paraşütçü asker Meho, rulman Mirso ve hırsız Stevo ayık kafayla politik durumu incelediler. Sonunda Que sera, sera* dediler. Fakat külhanbeyi Mato, belki de profesör Lojze'nin, geleneksel yoldan, sirozdan ölen son ayyaş olabileceği tespitini yaptı. Diğerleri omuzlarını silktiler. 
   Hemen sonra Yürekli Mişo kapıdan içeri girdi. Her zamanki masasına oturdu ve bir sigara yaktı. "Bu maç yüz bir raund sürecek," dedi dişlerini sıkarak. "Anladınız mı? Tramvaylarla ya da apartkatlarla veya sizin iplememenizle nakavt olacak değilim. Beni asıl öldürecek şey bu!"
   Göğsünün soluna üç kere vurdu ve oradaki herkese anlamlı anlamlı baktı. 
   "Mişo deli değil," diye devam etti. "Ve kalplerimizin kaslardan oluşması da boşuna değil. Hepinizin buraya geldiğimde neler düşündüğünü biliyorum. Beni içeri almaya devam ederseniz, bir dahaki sefere kapıdan Yürekli Mişo değil, Çetnik Mişo girecek. Hepinizin canı cehenneme! Nerede olduğunuz, etrafınızda neler olduğu şimdi aklınıza geldi, askerler bıçaklarını bilerken siz bana içki ısmarlamak için kavga ediyordunuz. Şimdi de buradan kalkan en son treni yakalayamadığınız için Mişo'yu suçlayacaksınız. Devam edin, kafamı ezin - böylece daha sonra neden yapmadık diye dertlenemezsiniz. Ve hepinizin canı cehenneme!"
   Yürekli Mişo yüzünü elleriyle örttü. Diğerleri sessizdi. Sonra barmen Zoka beceriksiz bir şekilde mırıldandı,  "Lanet olsun, Mişo, ben de bir Sırbım."
   Cevap vermeyince, futbolcu Velija ayağa kalktı ve omzuna hafifçe vurarak Mişo'ya bir şey söylemeye hazırlandı. Fakat çok geçti - boksör Velija'nın üstüne atladı ve yaradana sığınıp ona, Bosna'da daha önce benzerine rastlanmamış bir yumruk attı. Futbolcu Velija yere düşüp yığıldı.

10 Mart 2012

Sürgün


Evinde yalnız bir aşık, çölde bir damla su
Garip bir görev ve yalnız bir yabancı gibi
Zaman sessiz bir iğne, hayat bir dantel
Yarışta sakat bir atlet, kader pusuda beklerken

O bu günü yaşıyor
Dünü unutmaya hevesli, aklında bir silahla

Sokakta aç bir kurt, kaypak bir yan sözünde
Kör bir umut ve anlamsız bir fal var öyküsünde
Zor bir soru için güvensiz bakışlar
Basit bir sırrı var, ama hiç cesur değil anlatmaya

Kaybettiği bir şey yok, kazandığı hiç bir şey
O arsız bir sürgün içindeki zindanda..



Kargo, Sürgün

8 Mart 2012

Engel

   Erkekler, kendilerini ve dişi olmadığına inandıkları (örneğin, "sempatik" psikanalistler ya da "Büyük Sanatçılar") akla gelebilecek her erkeği, Tanrının elçileri dışında, horgörür ve onlara saygı duyan, yaltaklanan bütün kadınları da hor görür; güvensiz, onay arayan, yaltaklanan bütün eril dişiler kendilerini ve kendilerine benzeyen kadınları hor görür; kendine güvenen, hareketli, heyecan arayan dişi dişiler ise erkekleri ve ona yaltaklanan eril dişileri hor görür. Kısacası hor görme günümüzün düzenidir. 
   Sevgi, bağımlılık ya da cinsellik değil, dostluktur ve o yüzden iki eril arasında, bir erille bir dişi arasında sevgi olamaz. Biri ya da ikisi akılsız, güvensiz eril yaltakçısı olan iki dişi arasında da varolamaz sevgi. Konuşma gibi sevgi de yalnızca güvenli, serbest hareket edebilen, bağımsız, hoş iki dişinin arasında gerçekleşebilir çünkü arkadaşlık hor görmeye değil saygıya dayanır.

2 Mart 2012

Ayakkabı

      (...)
   Biz gene ayakkabıcımıza dönelim. Bildiğimiz gibi ayakkabıcı, para artırıp atölyesini yeniden açmayı düşünmektedir. Bu proleterleşmiş ayakkabıcı çalışır ve para artırmanın çok zor olduğunu görür, çünkü ücreti ancak varlığını sürdürmesine yetmektedir. Ayrıca ayakkabıcı, özel bir atölye açmanın öyle görüldüğü kadar çekici olmadığını da fark eder; kira ödeme, müşterilerin kaprisleri, para darlığı, fabrikatörlerin rekabeti ve benzeri zorluklar... kendi özel işinde çalışan bir ustanın başında bu kadar dert vardır. Buna karşılık proleter, böylesi dertlerden göreceli olarak daha çok kurtulmuştur, onu ne müşteri ne de kira ödeme rahatsız etmekte, sabah fabrikaya gitmekte akşam "kaygısızca" evine dönmekte ve cumartesi günleri gene aynı kaygısızlıkla "para zarfını" cebine atmaktadır. İşte burada, ayakkabıcımızın kanatları ilk kez kırılır ve burada ruhunda ilk proleter özlemler uyanır. 
   Zaman geçer ve ayakkabıcımız aldığı paranın en gerekli şeyleri karşılamak için bile yetersiz olduğunu, bir ücret artışına son derece gereksinme olduğunu görür. Aynı zamanda da, mesai arkadaşlarının bazı birliklerden ve grevlerden söz ettiklerine dikkat eder. İşte, burada, ayakkabıcımız, durumunu düzeltmek için özel bir atölye açmanın değil, işverene karşı mücadele etmenin gerekli olduğunu kavrar. Birliğe girip, grev hareketine katılır ve kısa bir süre sonra sosyalist düşüncelerin etkisi altına girer.

23 Şubat 2012

Yorgunluk

Komünist Parti Genel Sekreteri
Josef Vissarionoviç Stalin'in dikkatine

Pek saygın Josef Vissarionoviç!

   "Çağdaş bir yazar olma arzusu içimde gittikçe artıyordu. Fakat aynı anda görünüyordu ki, dönemini resmetmek isteyen, kimi önemli çalışmayı uyum içinde olumlu bir sonuca götürmeyi arzulayan, bağımsız düşüncelere sahip olamaz ve gerekli sakinlik içinde bulunamaz. 
   "Günümüz fazla canlı, fazla çalkantılı, çok sinir bozucudur; ve yazar bunun bilincine varamasa bile kalemi yerici olmaktadır."
   "...Bütün yaşamım boyunca, bana kişiliğimle ilgili kimi büyük özveride bulunmanın düşeceği ve yurdumdan uzakta öğrenimde bulunmamın vatan hizmeti olacağı duygusunu taşıdım."
   "Yalnız bir şey biliyordum: Eğer dışarı gidersem, bu, hiçbir zaman, yabancı ülkelerde eğlenmek için olmayacak, daha çok Rusya dışında bulununca ancak Rusya'nın değerini anlayacağımı ve ancak ondan uzak kalınca onun aşkına varacağımı duyarmışcasına acı çekmeyi denemek için olacaktır. 
N. GOGOL

21 Şubat 2012

İstek

   (...)
   Ruhunun sesi: 
   - Yaşamak mı? Nasıl yaşamak? diye soruyordu. 
   - Eskiden nasıl yaşıyorsam öyle. İyi ve huzurlu. 
   - Eskiden iyi ve huzurlu muydun? 
   İlyiç yaşantısının en iyi anlarını sıraladı hayalinde. Fakat bu anlar ona eskisinden farklı görünüyordu. Çocukluğuna ait olanlardan başka hepsi... Orada, çocukluğunda gerçekten iyi olan, yeniden dönebilse tekrar yaşamaktan zevk alacağı şeyler vardı. Fakatbunu yaşayabilecek o adam değildir artık. Sanki bu anılar başka birine aitti. 
   Yani bugünkü İvan İlyiç'i oluşturan çocukluğun sevindirici olayları şimdi gözünün önünde eriyor, dağılıyor, değersiz bir hâl alıyordu. O günlerden uzaklaşıp bugüne yaklaştıkça, en değerli olan şeyler şüpheler içinde boğuluyordu. O zamanlar yine birşeyler vardı. Neşe, arkadaşlık, umut... 
   Fakat üst sınıflara geçtikçe bu da azalıyordu. Valinin yanında görev yaptığı ilk zamanlarda da biraz iyi birşeyler vardı. Bunlar aşkla ilgili hatıralardı. Sonra herşey karışıyordu. İyi şeyler azalıyordu. Daha sonra da gitgide azalıyor ve kayboluyordu.