انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

26 Haziran 2012

Batış

   (...)
  Her an bana mezardan daha dar, karanlık olmaya başlamış bu odada vaktimi, karımı beklemekle geçiriyordum, ama o hiç gelmiyordu. Ben bu hallere onun yüzünden düşmemiş miydim? Şaka değil, üç yıl, hayır iki yıl dört ay oldu; ama nedir günler, nedir aylar? Benim için bir önemi yok onların; mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder. İki yıl, dört aydır bu oda, benim hayatımın ve düşüncelerimin mezarı oldu. Bu sesler, bu gürültüler ve bütün diğerlerinin bu hayat belirtileri, bu ayaktakımının hayatı, ki bedence ve ruhça aynı soydandır hepsi, bana pek acayip, pek anlamsız geliyordu. Yatağa düşeli öyle garip ve inanılmaz bir dünyaya uyanmıştım ki, o aşağılıkların dünyasına ihtiyacım yoktu artık. Benim içimdeki öyle bir dünya idi ki, ondaki bilinmezlikleri bir bir anlamaya kendimi âdeta mecbur hissediyordum. 
   Geceleri derin, boş bir uykuya gömülmeden az önce, varlığım iki dünyanın sınırında dalgalarda çırpınırken, hülyalara dalıyordum. Bir anda kendiminkinden farklı bir varlığı aşıp geçiyordum. Bir başka hava soluyor, kendimden kaçmak, kaderimi değiştirmek ister gibi uzaklara gidiyordum. Ancak gözlerimi yumunca gerçek dünyam çıkıyordu karşıma. Bu hayal görüntü, kendi özel hayatını yaşıyordu. Dilediği gibi yok oluyor, yeniden ortaya çıkıyordu. İrademin dışındaydı olanlar. Ama bu da kesin değil. Gözlerimin önünde canlanan sahneler, rüyalardaki görüntüler değildiler, çünkü uyku alıp götürmemiş oluyordu beni henüz. Bu sessizlik, bu huzur içinde o görüntüleri inceliyor, karşılaştırıyordum. Bana öyle geliyordu ki, ben şimdiye kadar kendimi tanımamıştım. Şimdiye kadar tasarladığım haliyle dünya, değerini yitiriyor, geçersizleşiyordu; gecenindi söz; dünyanın yerine gecenin karanlığı hüküm sürüyordu (bana öğretmemişlerdi geceye bakmayı, geceyi sevmeyi). 

16 Haziran 2012

Doğuş

   (...)
   Peki, varlığı Comte de Lautréamont'un varlığına bağlı olan bu kişinin başarılı yanları neydi? Lautréamont o parazit, sakar Isidore'u küçümseyerek düşünüyordu. O yabancının hayatının karanlıkta kalmış önemli olaylarına sanat için gerekli klinik yansızlıkla bakıyordu. Bir hayatın ancak kurmacanın geliştirilmesine elveren yönleri ilgilendiriyordu onu. Gerisi erken bir ölümün, dönüşsüz bir uykunun kurbanı olacaktı. şu onun en önemli işi olacaktı: Eğretilemenin içinde eritilemeyecek bütün kişisel olguları elemek ve daha sonra o eğretilemeyi parçalayıp kişisiz bir mozaik elde etmek. Annesinin intiharından sonra ondan kalan kağıtları babasının neredeyse kesin olarak yok etmiş olduğu bilgisi de ona bu konuda yardımcı olmuştu. Babasının nasıl tanındığı ortada olduğuna göre onun da kendi geçmişiyle ilgili herhangi bir belgeyi saklama olanağı yoktu. Babası için de bir hayat uydurması gerekiyordu. Amaçlar böyledir; insanı olgulardan koparırlar, gölge bir hayatın türetilmesini gerekli kılarlar. Lautréamont geçmişle ilgili hiçbir şeye inanmayarak tarihin dengesini değiştirecekti. Eğretilemenin dolaysızlığıyla tanıtlanan doğru dışında hiçbir şeye inanmıyordu. Bunun dışında kalan hiçbir şeye güvenmemek gerekirdi. Hayatında bir yağmur damlasının çıplaklığı vardı; ama aynı zamanda kör edici bir algı berraklığı, başkalarının ürkmeden bakamayacakları müthiş bir kıvılcımlanma. 
   Lautréamont, Ducasse'ın akılcılığı yok etme, toplumsal gerçekçiliğe mevzilenmiş bir edebiyatı havaya uçurma kararlılığını devralacaktı. Bir şemsiye ile bir dikiş makinası, kırmızı bir ay ile bir piramidin üstünde batan kara bir güneş arasında ilişki kurulacaktı. Lautréamont bilinçaltının kapılarını açacak, bu da yeni ruhsal durumların, bir iç düzlemde gerçekleşecek devrimlerde biçim alacak davranış kalıplarının ortaya çıkması, insanoğlunun bütün özkimliği kavramının değişmesi sonucunu verecekti. 
   Yıllarca kendi kopyasıyla tekvücut olmak için çabaladı. Geriye bakıp düşündüğü zaman kendisinin hep bir başkası olduğunu, bütün enerjisini ikinci bir benzerini yaratmaya verdiğini fark ediyordu. Ancak o zaman anladı kendi yarattığı üstün gücün egemenliğine zamanla boyun eğmesi gerektiğini.
   Dalgalar düz kumsala şap şap çarpıyordu. Değişim seli her şeyi önüne katmıştı -evrenin moleküler dansı, yüzyıllar tek hücrelilerde son buluyordu, çakılların yokuşaşağı yuvarlanırken tıkırdayıp dalgaların geri çekilen etek ucuna yakalanması gibi. En sonunda kızıl bir göğün altında beyaz bir kumsalda kara bir çakıl yığını dışında hiçbir şey kalmayacaktı. Evrenin sonunu böyle görüyordu. Bu kıyamete Lautréamont tanık olacaktı. Alevlerle kavrulan bir kıyıda, ufuk çizgisinde zümrüt yeşili, siyah yalımlara dönüşen büyük tabakalar halindeki alevlerin üzerinde duran son insan olacaktı. 

12 Haziran 2012

Siyah



Siyah, düşmansın bana
Ve yaklaşamam zatına
Husumet hâkim hayatımıza
Ve zayıflatamam bunu
Görebilmemin tek şekli
Yakınımda tutmak seni
Sevmek seni, budur oluru
Zayıflatırım taarruzunu


Her şey şanslı ve kolaydı
İyi olan yükselendi aşağıdan
Siyaha kadar, o berbat yakınlık
Geldi ve arz etti merak hissimi
Anında tüm gözler döndü ona
Bırakarak izlenmemiş bir vücut bana
Ve sarkıttı, vücudumun göğüs kafesini
İştahlı bakışının altından 
Siyah çürüyordu hızla
Ve bu ağır gelmişti bana
Onun saygısızlığı hayatın veçhelerine
Korkuttu beni yok edecekti beni 


Siyah, düşmansın bana
Ve yaklaşamam zatına
Husumet hâkim hayatımıza
Ve zayıflatamam bunu
Görebilmemin tek şekli
Yakınımda tutmak seni
Sevmek seni, budur oluru
Zayıflatırım taarruzunu


Sandım ki kalkışırım onu kesmeye
Kalkışırım onu alaşağı etmeye
Tek yolu onun eşiti olmanın
Vurmaktı ona bir kürekle
Ama gerçekten onun üzerinden bakmak
Bu Nihaî günah olurdu
Ol sebep sordum şapşala
Görmek ister mi diye odalarımı
Ve bir arkadaş ve bir yoldaş olarak
Ve bunun tüm çağrıştırdıkları
Bıraktırdım ona neyi vardıysa 
Bizi gayr-ı müttefik kılan

10 Haziran 2012

Kehanet

     (...)
   Fakat sormak istediği şeyler nelerdi? Kendi Makedonyalıları, eski zamanlara ait harika hikâyeler anlatıyordu. O zamanlar çok az kimselerin inandığı, birçoğunun alayla karşıladığı ve herkesin bildiği efsaneler, şimdi girişilen Asya seferi ile yeniden canlanmıştı. Anayurt dağlarında Olympias'ın kutladığı gece şenlikleri hatırlanıyordu. Onun büyü sanatı, bu yüzden Kral Filip'i bırakmış olduğu biliniyordu. Güya Kral Filip, bir zamanlar yatak odasında eşini gözetlemiş, bu sırada onun koynunda bir ejder görmüştü. Delphoi'ye göndermiş olduğu güvenli adamları, Tanrı'nın şu cevabını getirmişlerdi: Kral Filip Ammon Zeus'a kurbanlar sunmalı, buna her Tanrı'dan üstün saygı göstermeliydi. Herakles'in de ölümlü bir annenin oğlu olduğuna inanılıyordu. Olympias'ın Hellespontos'a giderken oğluna, yani İskender'e, doğuşunun sırlarını açığa vurmuş olduğuna inanılmak isteniyordu. Başkaları ise başladığı seferine devam etmek için İskender'in, tıpkı Herakles'in ejder Ataios'a karşı giderken ve Perseus'un Gorgo'lara (kadın canavar) gitmeden önce yapmış oldukları gibi, Tanrı'ya başvurarak onun görüşünü sormak istediğini sanıyorlardı. Bu kahramanların her ikisi de İskender'in atalarıydılar. Şimdi İskender'in de onlar gibi hareket etmesi doğal görünüyordu. Gerçekte İskender'in ne istediğini kimse anlamamıştı. Yalnız az sayıda asker kıtaları onunla beraber Ammonion'a gidecekti. 
   Kafile İskenderiye'den hareket etti. İlk önce deniz kıyısı boyunca Paraitonion'a doğru yürüdü. Burası Kyrenaika'lılara ait olan ilk şehirdi. Kyrenaika'lılar, krala elçi, 300 savaş atıyla beş tane dört çift koşumlu araba olmak üzere bağışlar gönderdiler; aynı zamanda İskender ile bir ittifak yapma dileğinde bulundular. Dilekleri yerine getirildi. Bundan sonra yol, güneye doğru giderek hep aynı renk ufkunda tek bir ağaç, tek bir tepe yükselmeyen kumsal çölden geçiyordu. Bütün gün hava ince tozla dolu, çok sıcaktı. Çok kez kumlar o kadar gevşekti ki güvenlikle bir adım bile atılamıyordu. Hiçbir yerde dinlenecek bir çayır, yakıcı susuzluğu giderecek tek bir kuyu veya kaynak yoktu. Çok geçmeden o mevsimin bir armağanı olarak çıkıp yeni yeni serinletici etkisini gösteren yağmur bulutları, çölde Tanrı'nın bir mucizesi olarak sayılıyordu. Böylece yola devam edildi. Yolu belli edecek hiçbir iz görülmüyordu. Esen her rüzgârla yerini ve şeklini değiştiren bu kum denizindeki kumullar kılavuzları büsbütün şaşırtıyordu. Artık bunlar da vahanın bulunduğu yönü kestiremiyorlardı. Tam bu sırada kafilenin başında birkaç karga göründü. Bu kuşlar, Tanrı'nın elçileri sayıldı. İskender Tanrı'ya güvenerek kargaları takip etme emrini verdi. Kargalar yüksek bağırtılarla önden uçuyor, kafile ile beraber dinleniyor, harekete geçtiği zaman onlar da havalanıyorlardı. En sonunda hurma ağaçlarının tepeleri göründü. Biraz sonra da Ammon'un güzel vahası kralın kafilesine kucağını açtı.

4 Haziran 2012

Düzen

8.

Lykurgos'un giriştiği ikinci ve en cüretli reform, toprakların yeniden paylaştırılmasıdır. Mal mülk eşitsizliği o hale gelmişti ki, şehir topraksız, varlıksız insanlarla doluydu ve bütün servet küçük bir azınlığın elinde toplanmıştı. Lykurgos, Isparta'dan hayâsızlığı, kıskançlığı, cimriliği, gösterişi ve bunlardan daha köklü ve daha yıkıcı olan toplum hastalıklarını, yani zenginliği ve yoksulluğu söküp atmak için, bütün memleketin orta malı olması, toprakların yeniden bölüşülmesi gereğine yurttaşlarını inandırdı. Herkes geçim bakımından eşit olacak, kimsenin erdemden başka üstünlüğü olmayacaktı. Çünkü, aslında insanlar arasında ayrılık ve eşitsizlik yoktu. Ayrılık ve eşitsizlik olsa olsa, kötü davranışlarla iyi davranışlar arasında olabilirdi. Söylediklerini gerçekleştirerek, Isparta şehrine bağlı toprakları dokuz bin parçaya bölüp Ispartalılara dağıttı; Lakonia'yı ora halkı için otuz bin parçaya böldü. Lykurgos Isparta için sadece altı bin pay ayrımı yapmıştır. Polydoros buna sonradan otuz bin daha eklemiştir. Kimine göreyse, dokuz bin payın yarısını Polydoros öbür yarısını da Lykurgos sağlamıştır.
    Her toprak payının, yılda, erkek başına yetmiş, kadın başına on iki medimnosluk arpa buğday ve sebze sağlayacağı hesaplanmıştı.
   Lykurgos'a göre, herkes bu kadar yiyecekle gücünü, sağlığını besleyecek ve daha fazlasına kimsenin ihtiyacı olmayacaktı. Sonradan, bir yolculuktan dönüşünde Lykurgos, hasat zamanı, sıra sıra dizilmiş eşit ekin yığınlarını görmüş ve gülümseyerek yanındakilere, bütün Lakonia'nın binlerce kardeş arasında bölüşülmüş bir çiftliğe benzediğini söylemiş.



1 Haziran 2012

Öfke

   (...)
   Çavdar Hüseyin, Kolsuz Musa'ya demiş: 
   "Ozana dedim, 'sen bu tek telli saza vurur, ölüyü diriltip konuşturursun, ölmeden benim hikâyemi de bu saza vursan." İşte o vakit ozan dönüp, Hüseyin-e Çöyder'e şunu söylemiş: 
   "Hüseyin, merak etme, şu topraklarsa sökülüp atılmayacak bir şey varsa o da senin namındır. Sen benden hikâyeni duymadın diye üzülme, söylemeyi çok isterdim ama ben ne zaman elime şu sazı alsam, nasıl sen o yerin altında, nizamiyenin karşısında mevzi tuttuysan, nasıl ki o üveyik kuşu gelip senin dışarı uzattığın namluyu ardıç dalı sandıysa, ben de bu sazı elime aldığımda parmaklarım donup kalır. Hani, elim tele vursa devamı gelecek, ortalığı bir toz duman alacak ama sen nasıl o tetiği çekemediysen, benim parmaklarım da bu tek tele vuramıyor, kilitleniyor." Ozan çok üzülmüş, demiş, "Keşke öfkeyi benim sazımın telleri zapt edebilse. Öfkeyi sazın teli zapt etse dünyada ölüm mölüm olmaz. İnsan insanı dinler, dert derdin kapısını açar." "Ama," demiş, "benim bu sazımın telinin işlemediği tek şey öfkedir, ben taşı dile getirtip konuşturdum. Zemheri ayında yılanı kış uykusundan uyandırıp afsunladım, kurdu kuzuya nöbetçi diktim.""Ama," demiş, "öfkeyi huzura kardeş kılamadım. Ama sen merak etme, şu Dersim'de bir şey