(...)
Her an bana mezardan daha dar, karanlık olmaya başlamış bu odada vaktimi, karımı beklemekle geçiriyordum, ama o hiç gelmiyordu. Ben bu hallere onun yüzünden düşmemiş miydim? Şaka değil, üç yıl, hayır iki yıl dört ay oldu; ama nedir günler, nedir aylar? Benim için bir önemi yok onların; mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder. İki yıl, dört aydır bu oda, benim hayatımın ve düşüncelerimin mezarı oldu. Bu sesler, bu gürültüler ve bütün diğerlerinin bu hayat belirtileri, bu ayaktakımının hayatı, ki bedence ve ruhça aynı soydandır hepsi, bana pek acayip, pek anlamsız geliyordu. Yatağa düşeli öyle garip ve inanılmaz bir dünyaya uyanmıştım ki, o aşağılıkların dünyasına ihtiyacım yoktu artık. Benim içimdeki öyle bir dünya idi ki, ondaki bilinmezlikleri bir bir anlamaya kendimi âdeta mecbur hissediyordum.
Geceleri derin, boş bir uykuya gömülmeden az önce, varlığım iki dünyanın sınırında dalgalarda çırpınırken, hülyalara dalıyordum. Bir anda kendiminkinden farklı bir varlığı aşıp geçiyordum. Bir başka hava soluyor, kendimden kaçmak, kaderimi değiştirmek ister gibi uzaklara gidiyordum. Ancak gözlerimi yumunca gerçek dünyam çıkıyordu karşıma. Bu hayal görüntü, kendi özel hayatını yaşıyordu. Dilediği gibi yok oluyor, yeniden ortaya çıkıyordu. İrademin dışındaydı olanlar. Ama bu da kesin değil. Gözlerimin önünde canlanan sahneler, rüyalardaki görüntüler değildiler, çünkü uyku alıp götürmemiş oluyordu beni henüz. Bu sessizlik, bu huzur içinde o görüntüleri inceliyor, karşılaştırıyordum. Bana öyle geliyordu ki, ben şimdiye kadar kendimi tanımamıştım. Şimdiye kadar tasarladığım haliyle dünya, değerini yitiriyor, geçersizleşiyordu; gecenindi söz; dünyanın yerine gecenin karanlığı hüküm sürüyordu (bana öğretmemişlerdi geceye bakmayı, geceyi sevmeyi).