انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

19 Aralık 2011

Yamuk

      (...) 
   - Senin emrin değil mi? Bekçi rakı vermiyo... Ver diyorum, seni fena yaparım diyorum, dinlemiyo... Ne yapayım ben, öleyim mi?
   - Emir ne kelime Numune, ayrıca gecinden versin... Bizzat bu toplantının gündemi olduğundan haberin yok sanırım...
   - Ne gündemi?
   - Arkadaşlar, kimden şikâyetçiyiz?
   - Numuuuneeedeeennnn! 
   - Peki neden?
   - Çok içiyooooooo...
   - Ne yapsın o zaman Numune?
   - Askerliği unutsuuuun...
   - Yahu unuttum diyorum size...
   - Yalan söylemesiiiiiinnnn...
   - Kim yalan söylüyo lan?
   - Sen yalan söylüyosun Numune...
   - ...

13 Aralık 2011

Köpek

   Çenem canımı yakarak öne çıkmak istiyordu, engelledim. Parmaklarım kısalıp pençeleşmeye meyilliydi, izin vermedim. Ama bakışım başkalaştı. Renkler soldu, şeyler siyaha ve beyaza döndü. Bir tür gri bindi nesnelere. Nesneler kendileri gibi olmaktan hoşnutsuz görünüyorlardı. Meğer kaynaşırlarmış. Sonsuz bulamaç. Fokurdar gibi değil, sonsuz sayıda gözenek büyüyüp küçülüyor, doğup patlayan baloncuklar halinde hızla görünüyor ve yok oluyorlar ve hemen yerlerini yenileri alıyor, oluşum sürüyor ve bu iyice tedirgin edici. Birbirlerini dirsekleyerek öteye itmeye ve kendilerine yer açmaya çalışan, fakat bunu asla tamamen başaramadan ölüveren sayısız kabarcık. Bir bank kendinden bunalmış gibi, köpük içindeydi. Böyle olmak, böyle kalmak bu denli zorsa, neden buna bunca çaba? Ağaçlar, çırpınan kuşlar, hele köpekler, acılar içinde kendilerini bir arada tutmak için çabalıyor, kendi üzerlerine bükülüp kapanıyorlardı biteviye. Böyle bakınca işler hiç de iyi gidiyor gibi görünmüyordu. Demek nereden bakılsa iyi gidiyor gibi görünmüyordu işler. 

29 Kasım 2011

Kahraman

   (...)
   Kedi, bir kedide görüldüğü takdirde insanın kafasını karıştırabilecek bir bakışla bana bakıyordu. Alemin sırrını biliyormuş ve ben ne kadar uzak, yalnız ve çıkışsız bir yerdeymişim, aramızdaki boyut farkını ancak onun yüksek bilgelik gücü aşabilirmiş, her şeyi anlayabilecek bir yerde duran birinin, her yerde olabilen biri olarak, hiçbir yerde olduğu için, tepki halinde de olsa duygu denilen şey ile ilgisi olmazmış...
   "Mısırlı mısın ulan sen?" dedim içimden. 

   Kedi, az önce firavunun kucağından inmiş gibi baktı ve, "Bence oyun faslından çık," dedi, "senin için yararlı olabilecek bir yere dön."
   Bu tür sözler beni hem etkiler, hem de sinir ederdi. Fakat bu kez sadece sinir ediyordu. Bir kahramana "dön" denilemeyeceğini bilmiyordu.
   "İtiraf etmek gerekir ki, şık duruyordu." dedi kalbim. 
   "Sen bu işi oyun mu sanıyorsun?" dedim kediye. "bir kahramanın en fazla taktik olarak geri çekilebileceğini fakat asla geri dönmeyeceğini bilmiyor musun?"
   Kahraman'ın El Kitabı'nı kedinin burnuna dayamıştım. Kokladı: 
   "Dokuzyüzaltmışküsür, Yeşildire-Nazlıhilal matbaası," dedi, "üçüncü baskı. Hala hayatta mı bu kitap?"
   "Seni de, yedi ceddini de gömer." dedim. 
   "Bu işlere nasıl bulaştığını anlamadım." dedi kedi. "Fakat kendi başına davranabilen kahraman modeli eskidi. Kahramanlar artık organize, global ve ekip halinde çalışıyorlar."
   "Hayır," dedi usta söze girerek, "fikri destekliyorum. Eğer kendi başına akan bir hikaye bulabilirse neden olmasın?"
   "Hangi hikaye kendi başına akabilir?" dedi kedi. 
   "Belki vardır." dedi usta. 
   Kıçını döndü kedi. 
   "Sen bakma ona" dedi usta, "kendi başına davranan bir hikaye kahramanına, kendi başına akan bir hikayeden daha uygun ne olabilir?"
   "Gidelim." dedi kalbim. 
   "Arada uğra," dedi usta, istiridyenin açık ağzına limon sıkarken, "ya da yaz."

   Taşkafa, Hurşit'in anlattığı yaradılış hikayelerini dinliyordu. Hurşit, kaburga kemiği meselesini bırakıp oradan büyük patlama ve tek hücreli organizmalar faslına, oradan da homo ludens, homo bilmem ne faslına geçti. Ortada bir ibnelik olduğundan emindim. İşler yolunda giderse gider, gitmezse yeni bir hikaye kurulur, ben de orada yerimi alırdım. Ne olacaksa olurdu. 
   (...)



   İlhami Algör, Albayım Beni Nezahat ile Evlendir

21 Kasım 2011

Çatlak

    (...)
Sivas'ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı. Dedi ki, "Oğul, aradık, seni bulduk. Burada bir yaşlı kadın var, herhalde sizden. Kadın Allah'ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim."
"Peki amca, ararım" dedim. Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa'dan oraya tatile gitmiş.
Aradım, 10 dakika içinde buldum yakınlarını... Sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü.
Gittim dükkânlarına, sordum: "Böyle birini tanır mısınız?" Dükkândaki orta yaşlı kadın döndü, "O benim anam" dedi. Sordum: "Annen nerede?" Fransa'da yaşadığını, senede 3-4 kere Türkiye'ye geldiğini, ama İstanbul'a ya uğradığını ya uğramadığını, doğrudan, terk ettiği köyüne gittiğini anlattı.   Anlattım kızına durumu. O da kalktı gitti.
  Ertesi gün telefon açtı. Bulmuş ve tespit etmişti anası olduğunu, ama ağladı birden. Ağlamamasını istedim, naaşı getirip getirmeyeceğini sordum. "Abi" dedi, "ben getirecem ama burada bir amca var, bişeyler diyor" dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya, "Neden ağlatıyorsun kızı?" dedim. "Oğlum" dedi, "bir şey demedim... Kızım! Anandır, malındır, ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu, dedim."
Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu...
Doğrudur hanımefendi, Ermenilerin hakikaten bu ülkede, bu topraklarda gözü var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlayayım. O sıralarda Sayın Cumhurbaşkanı Demirel "Ermenilere üç çakıl taşı bile vermeyiz" diyordu. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki:
"Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var, çünkü kökümüz burada, ama merak etmeyin; bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için..."
Teşekkür ederim...



   Hrant Dink, İki Yakın Halk İki Uzak Komşu

8 Kasım 2011

Unutuş


Ver bana yudumunu o içkinin
Parça parça eden
Ve ödünç ver bana tatlı teselli ve lütfunu
Unutuşun, boş ve kadir
Lethe'nın
Ah, Lethe

Yakınında tut beni, söküver yıldızları
Ben sürat yaparken cennetler boyunca
Sürat yaparken gece boyunca
Zira sen benim bıçağım ve ipimsin
Sen benim Lethe'msın.
Sen benim her şeyimsin.

Kobalt (mavisi) akıntılarında
Fırtına koparıyorsun yüreğim boyunca
Koparmak için, delmek için
Hatıraları, yanıp tutuşan
Süpür atardamarlar boyunca
Keskin acı saplanmaları hâlinde
Pençe-vârî parmakların beni öldürecek gibi yine

Çal beni, istila et beni, suçla beni yine
Zira yanıyor ve ürperiyorum
Yanıyorum her hareketiyle

Böylece, arınmışken bir fenerle
Beliriveriyorum, yenilenmiş ve yeniden dövülmüş hâlde
Okşanıyorum tatlı teselli ve lütfuyla
Unutuşun, boş ve kadir
Lethe'nın

Yakınında tut beni, benim tek arkadaş ve rehberim
Boğulurken ben arasında parmaklarının
Boğulurken arasında sevginin
Zira sen hayatsın nefret ettiğim
Sen benim

Yere çal beni, tutkulu hûlyalarda
Okyanuslar üstümde
Ve alevler gözlerimdeyken
Ve bahşet bana bir hayat, yaşayabileceğim
olmadan
Al beni uzaklara

Bu hayattan, nefret ettiğim.



Dark Tranquillity, Lethe
Çeviri: İTC

7 Kasım 2011

Resim


      (...)
   Gözlerini kapayıp, ıslık sesini bekledi. Ayşe'nin çalışmaya başladığını bu ıslık sesinden anlardı. "Arada. Kesik kesik. Bu da onun tiki. Karşılaştığı güçlükleri onunla hafifletiyor. Bütün insanların bir tiki var. Güler'in yoktu. Yok muydu? Saçlarını geriye silkişi? Tamam. İki haftadır kulağım kaşınmıyor. Yoksa farkında olmadan mı kaşıyorum? Sık sık bacaklarını okşayıp öpmem korkmadığıma kendimi inandırmak için mi? Korkmuyorum." Gözlerini açtı. Ayşe, arkası ona dönük, denize bakıyordu. Denizin üstü kırış kırıştı. Esen yel eteklerini sallıyordu. Gidip dizden aşağısı görünen bu bu bacakları öpebilirdi. Korkmuyordu. "Şimdi ben ona yokum. Olsun. Uykudaki yokluk gibi bu, geçici. Uyanınca ona daha çok varım. Bugün kimse gelmese. Ressamlara açık havayı öğütleyen ben, geçen gün o iki çocuğu kovdum. Yaptığına değil, ona bakıyorlardı. Neden başlamıyor? Öyle rahatım ki, demişti, bu resmi bitiremeyeceğim. Bitirmesin, daha iyi. Bir sanatçının en güzel eseri hiç bitmeyecek olanı değil mi? Bütün bakanların 'işte kıyısında iki insanın seviştiği bir deniz' diyebileceği resim hiç yapılabilir mi? İçlerinden en anlayışlıları bile, 'Bu deniz,' derler, 'yeşilimsi maviyle açık mavi boz renkle iyi uyuşmuş. Kumlara bir coşkunluk duygusu katılmak istenmiş.' O kadar. Resim biterse onu ancak ikimiz anlayacağız. Parlayın sönen şimşek ışığındaki kıyının resmini yapmasını isteyeceğim ondan. Burda olmaz. İlerde, kışın atölyede. Ezgiler dinleyeceğiz. Sonra yaz gelecek,sonra kış. Hep ikimiz. Şimdi ben ona yokum. Fırçayı atıp gelse! Beni öp dese. Eteğinde oynaşan zenci kızlarıyla bilikte çağırıyorum seni. Hadi gel, hadi!" Sigarasından uzun bir nefes çekip attı. Küçücük dalgaların kumlardaki şıpırtısını duyuyordu. Ayşe gelmedi. "Sevişen iki insanda bile bir anda aynı duygular olmuyor. Önemli bu, unutulmamalı. İki kişilik toplumlarda önemli sorunlar! Bir deneme başlığı olabilir. Biri çıkıp yazsa... Ben? Yapamam; yaşamak varken. Ben ya ararım ya da yaşarım. Aynı anda ortak duygular ancak iki etin birbirine dokunmasıyla başlıyor. Gidip bacaklarını okşasaydım onu kendi duyarlığıma katabilirdim. Acaba? Güler'i öperken düşündüklerim neydi? Gene de ortak bir yanımız vardı. Özet: Duyarlık akımı ancak insan etinin değinmesiyle olabilir. Hava tanımlamasında başka bir değişiklik: Hava iletken değildir. Tam anlaşma mı istiyorsunuz? Öyleyse, haydi bakalım insanlar, aranızda hava boşluğu bırakmayın! Ya gözler, bakışlar? Eluard, 'Gözler konuşmaya başladığı zaman her şey susar,' demiyor mu? Öff! Sıkıntılı konular! Bırak düşünmeyi, bu sıcak kumların tadını kaçırma."

28 Ekim 2011

Ticaret


   Saumur'de bunlar olup biterken, Charles Hindistan'da servet yapıyordu. Başlangıçta, yanında götürdüğü malları iyi satmış; kısa zamanda altı bin taler kazanmıştı. Sonra işin içine iyice girince, eski önyargılarının çoğunu bırakmak zorunda kaldı: Bakıyordu ki: Avrupa'da olduğu gibi bu sıcak ülkelerde de, servet edinmenin en kestirme yolu insan alıp satmaktı...
   Bunun üzerine Afrika kıyılarına geldi, zenci ticaretine başladı. Köle alışverişinin yanı sıra, işi gereğince gittiği yerlerde satmak üzere çeşitli mallar da götürüyordu. Bu işlerde o kadar faaliyet gösteriyordu ki, bir ân boş vakti yoktu. 
   En büyük emeli de bir gün Paris'te muazzam bir servetin şaşaası içinde yeniden görünmöek, düştüğü mevkiden daha parlak bir mevkie erişmekti. 
   Çeşitli insanlar arasında, çeşitli ülkelerde düşe kalka, aykırı gelenekler göre göre, düşünceleri değişti, hiçbir şeye inanmaz bir adam olup çıktı. Doğru, yanlış kavramları sarsılmıştı, çünkü bakıyordu bir yerde suç sayılan şey başka yerde meziyet sayılıyordu. 
   Kalbi de, boyuna kazanç düşüncesine değe değe, soğudu, büzüldü, kurudu. Grandet'lerin kanı Kader'in çizdiği yoldan şaşmadı, kazanç karşısında sertleşti, buruklaştı. Çinli satıyor, zenci satıyor, kırlangıç yuvası satıyor, çocuk satıyor, oyuncu satıyordu. Büyük ölçüde tefecilik ediyordu. Gümrük kurallarını çiğnemeye alıştığı için, insan haklarını çiğnemekten de utanmıyordu artık. Saint - Thomas'a gidip korsanların hırsızlık mallarını düşük fiyatla alıyor, o mallarden nerede bulunmuyorsa oraya götürüp satıyordu.



   Honoré de Balzac, Eugénie Grandet

27 Ekim 2011

Soğuk


   (...)
   - Söylesene, Mart, ya, yarın ateşi sabah yaksak, bütün gün yansa, şimdi olduğu gibi?
   Ha, söylesene? Ne kadar kalır bize? Büroda bir yarım çeki var...
   Maşa uzun zamandırKutup Bürosuna kadar gidemiyordu, bilemezdi ki... - Daha güçlü, düğüm, daha güçlü!
   - Yarım çeki mi? Daha fazla! Sanıyorum orada...
   Birden ışık: saat tam on olmuştu. Martin Martiniç cümlesini bitirmeden gözlerini kırpıştırdı ve arkasını döndü: ışık karanlıktan daha korkunçtu. Işıkta her şey görülüyordu, buruşmuş, killi yüzü (bugünlerde, çok fazla killi yüzlü insan görülüyordu: Adem'e dönüş). Ama Maşa devam ediyordu:
   - Biliyorsun, Mart, deneyeceğim... belki kalkarım, eğer ateşi sabah yakarsan.
   - Oh, Maşa, tabiî... Böyle bir günde... Sabahtan, evet, evet...
   Mağara Tanrısı uyuyordu, sadece ara sıra çıtırdayarak. Aşağıdan, Obertiçev'lerden, bir taş baltanın bir sandaldaki yongaları kestiği duyuluyordu - Martin Martiniç'i ikiye ayıran bir taş balta. Martin Martiniç'in bir yarısı peksimet yapmak için kurutulmuş patates kabuklarının öğütüldüğü kahve değirmeninin kalıbı gibi kilden bir tebessüm gösteriyordu Maşa'ya; öbür yarısı ise dalgınlıkla bir odaya girmiş kuş gibi kör bir inatla campara, yere, duvarlara çarpıyordu. "Odun bulmalı... odun... odun bulmalı..."
   Martin Martiniç paltosunu giydi, deri bir kemerle belini sıktı (mağara adamlarının boş inanlarına göre bu ısıtıyordu.), şifonyerin köşesindeki kovayı aldı.



   Yevgeni Zamyatin, Mağara

21 Ekim 2011

Ankara


   On gün önce vardım Ankara'ya. Çocukla kadın, esmer bir adamın iki kolunda uzaklaştılar. Önümden geçerlerken, kadın bakıyor bana, yüzünde çok hafif bir gülümseme geziniyor, ben gülmedim. Çocuğa el salladım, o sallamıyor. 
   Tıklım tıklım bir otobüse bindim, köşeli suratlı bir adama nerede otel bulabileceğimi sordum, dedi Maltepe'de in, orada bulursun. Maltepe'de indim. Sokaklarda dolaştım bir süre, iki-üç otelin önünden geçtim, ama hemen giresim gelmedi, hava güzel. Bir parka vardım, banka oturdum, şaraplardan birini çıkardım, başladım içmeye, hızlı gittim, kafayı buldum. Uyudum, uyandım, şaraba devam ettim, iyice uçtum. 
   Hava kararmaya başladı. Bir sigara çıkardm, gök kirli kırmızı, hafiften rüzgâr esiyor. Ve sigarayı yakarken tosladım zulümkârlara. İki polis, iki azman gibi, yılışık, yeşil adam, yanaştılar yanıma. Sarhoşum, burnumda da bandaj var, korkmadım. Ne yapmamam gerektiğini söylediler, şişeyi at, bizimle gel dediler. Umursamadım, biri okkalı bir tokat geçirdi yüzüme, kalk lan, dedi, orospu çocuğu. Çok doğru dedim, öyle. Bir kafa, sanırım o vakit yerine oturdu burnum, yine korkmadım, hatta sevindim burnumu düzeltmelerine. Kollarımdan tuttular, sürüklemeye başladılar. Topallıyorum. Biri diğerini durdurdu, kısa bacağımı işaret etti başıyla, bıraktılar. Sakat olduğuna dua et, dedi sarışın olanı, biz seni yoğurmasını bilirdik. Hadi şimdi siktir git, defol, gözümüz görmesin seni. Şöyle derin bir nefes aldım, hepinizin anasını, diye başladım, küfrü bitiremeden sırtıma bir dirsek, kafama bir yumruk geçirdi sarışın olanı. Yere yığıldım, ama fazla kalmadım öyle, doğruldum, ne çok dayak yiyorum artık diye düşündüm, gülesim geldi, hâlâ başımdalar, gülmedim. Döndüm, bir yıkıntı misali yürüdüm, öyle yorgun ve bitmiş yürüyorum ki, biliyorum, hatta, biraz da acıdılar bana. Sonra durdum, başımı ulur gibi göğe kaldırdım ve haykırarak küfrümü tamamladım. Bekledim, darbeyi bekledim, tekme tokadı bekledim, bunu bir parça da istedim. Ama gelmediler peşimden, burnumdan akan kanla ılık ılık, tatlı duygularla oynayarak yürüdüm. 



Murat Uyurkulak, Tol

11 Ekim 2011

Dert


   
   Sözüm meclisten dışarı dostlar, bu günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum. Hani, dilim dilim doğrasalar beni, Marmara, Ege, Karadeniz ve hatta Akdeniz cacık olur diyorum. Derdim öylesine büyük ki dostlar, kırka yarıp yine kırka bölseler ve kırk bostana gübre diye serpseler, kırk bin tane ot biter de kırk bin derde deva olur diyorum.
   Ne oldu bana böyle, durup dururken? Oğlan aldı başını gitti, kız zaten lafımı dinlemezdi. Düğmem kopuk, paçam sökük, oramda buramda çengelli iğneler. Bir de çengelli iğne nazar bozar derler. Hanımın çorabı kaçık, başında bigudiler. Karabaş bile, Karabaş bile suratıma bakıp bakıp havlıyor. Övünmek gibi olmasın ama, dostlar, kendimi hıyar gibi hissediyorum. Hani ince kıyım doğrasalar beni, Akdeniz cacık olur diyorum. Ve hatta Atlas Okyanusu ve hatta Hint Okyanusu ve hatta hatta Büyük Okyanus bile cacık olur diyorum. Böyle cacığa rakı mı dayanır?
   Çivi çiviyi söker derler, soğuktan donanı buzla ovarlar. Ben zaten yanmışım dostlar, peki beni fırına mı koysalar? Zeytin suyuna kuru ekmek, böyle gelmiş böyle gidecek...



   Barış Manço, Cacık

27 Eylül 2011

Şans


   Önce yaşlılardan başlıyor: bacakları, dişetleri şişiyor, sekilerin üstüne yatmış inliyorlar, kimsenin anlamadığı bir şeyler sayıklıyorlar. Hastalık ocaktan ocağa yayılıyor. Ocaktan ocağa gidiyor İvan Romaniç dua etmek için, iyileştirmek için, ikonanın önünde eğiliyor, yüz defa, iki yüz defa, ter içinde, zorla ama böyle daha iyi hissediyor kendini. 
   Matriona-Pliasseya sobanın üstünden ihtiyara gülüyor: 
   - Hayır, yiğit adam! Eğer bacakların seni taşıyorsa dans etmelisin; bu seni ibadetten daha çabuk iyileştirir. 
   Ama Matriona, artık sekisinden inemiyor. Şişesinden bir yudum alıyor, şarkılarını söylüyor, ocak şeytanı sessizce eşlik ediyor ona. 
   - Stepka, hey, duyuyor musun, Stepka, nasıl eğleniyor? Kilerdeki şişelerin üzerinde oynuyor. 
   Stepka'yı yaşlı kadını beklemesi için koymuşlar. Bir köşeye büzülmüş, gözleri kocaman. Tanrım, ne olur biraz aklını başına toplasa; sayıklıyor, deli bu kadın. 
   Pencerede yıkanan gece. Stepka İvan Romaniç'i bulmak için koşturuyor; Matriona son saatlerini yaşıyor: onun için dua etmek gerek. 
   İvan Romaniç dönüyor, yaşlı kadının yanına, sofaya tırmanıyor, ağaçtan oyulmuş bir haç tutuyor. Ama Matriona gözlerini açıyopr ve altından bir deste oyun kağıdı çıkarıyor: 
   - Geldiğin iyi oldu. Stepka, zavallı aptal, oynamayı bilmiyor: ikimiz koz oyunu oynayalım. 
   İvan Romaniç gülüyor, yanına oturuyor onun. Yeşilimsi ayin kaftanı, üç kazık boyunda, yaslı yüzüyle: ininden çıkan şeytan mutlaka, yaşlı kadını geri getiren. 
   Böylece koz oyunu oynuyorlar. Yaşlı kadının şansı var; hayatında hiç bu kadar şanslı olmamıştı. Kupa kızı gelse yetiyor, oyun bitecek. 
   Kupa kızı geliyor. Yaşlı kadın bir kahkaha patlatıyor ve bütün kozlarını orada bırakarak ruhunu Tanrıya teslim ediyor. 



   Yevgeni Zamyatin, Kuzey

23 Eylül 2011

Sonuç


    (...)
   O sırada korkunç bir şey oldu. Yüce Sentez profesörü daha fazla dayanamadı. Atışın isabeti, hâkimiyeti ve simetrisiyle büyülenerek, bizim hayranlık çığlığımızla incinerek o da eksenden çıkıp, ateş etti, Fiora Gente'ın küçük parmağına isabet ettirdi ve kısa, soğuk ve gırtlaktan çıkan bir sesle, alaycı alaycı güldü. 
   O zaman Çözümleyici yeniden ateş edip, Bayan Philifor'un diğer serçe parmağını ayırdı, kadın diğer elini ağzına götürdü. Hayranlık çığlığı attık. Çeyrek saniye sonra, Sentezci'nin altı-yedi metre uzaktan yanılmaz bir kesinlikle gerçekleşen atışı Fiora Gente'ın ikinci küçük parmağını koparıyordu. Kadın elini ağzına götürdü; hayranlık çığlığı attık. Ve bu böyle devam edip gitti. Ateş sürüyordu, kesintisiz kızgın, şiddetli ve tam bir görkem oluşturan mükemmel ateş, ve parmaklar, kulaklar, burunlar, dişler rüzgârın silkelediği bir ağacın yaprakları gibi düşüyordu. Biz tanıklar, şimşek gibi hızlı atışların isabetiyle ağzımızdan çıkıveren coşku çığlıklarını atmaya bile fırsat bulamıyorduk artık. İki hanım birazdan bütün ellerinden, ayaklarından ve doğal çıkıntılarından yoksun kaldılar: Düşüp ölmedilerse, sadece ölmeye fırsat bulamadıkları içindi ve ayrıca öyle sanıyorum ki, bu kadar mükemmel bir atışa maruz kalmaktan da müthiş bir keyif duyuyorlardı. Sonunda cephane tükendi. Colombo'lu usta son mermisiyle Fiora Gente'nin sağ akciğerinin üst kısmında bir delik açtı. Hayranlığımızı bir kez daha bağırarak belirttik, sonra sessizlik hâkim oldu. İki gövde öldü, yere düştü ve iki nişancı birbirine baktı.

19 Eylül 2011

Kuş

   (...)
   Bütün bunları yeniden düşünerek sokağa çıktım. Çok üzücü bir olayı anımsadım: Totoca'nın çok güzel bir iskete kuşu vardı. Totoca taze darı verdiğinde, yavaşça parmağına tırmanırdı. Kapıyı açık da bırakabilirdik, hiç kaçmazdı. Bir gün, Totoca onu dışarıda, kızgın güneşin altında unuttu. Ve yakıcı sıcak, kuşu öldürdü. Zavallıcığı avuçlarında sıkan Totoca gözlerimin önünde, ölü hayvanı yanağına dayamış ağlıyor, ağlıyordu.
   "Bir daha hiç kuşum olmayacak," diyordu. "Hiç, hiç."
   Yanındaydım, ona şöyle dedim.
   "Benim de Totoca, benim de bir daha hiç kuşum olmayacak."
   Doğruca şekerportakalının yanına gittim.
   "Xururuca, bir şey yapacağız."
   "Nasıl bir şey?"
   "Birlikte biraz bekleyeceğiz."
   "Kabul."
   Oturdum, başımı onun cılız gövdesine yasladım.
   "Neyi bekleyeceğiz, Zezé?"
   "Gökyüzünden güzel bir bulutun geçmesini."
   "Ne yapacağız onu görünce?"
   "Kuşumu bırakacağım."
   "Evet, artık ona gerek kalmadı," Gökyüzüne baktım. "İşte şu, Minguinho," dedim ve ayağa kalktım. Çok duygulanmıştım. Gömleğimin önünü açtım.
   "Bak Minguinho."
   Kuşumun, cılız göğsümden koptuğunu hissettim.
   "Uç, küçük kuşum, yükseklere uç. Uç da Tanrı'nın parmağına kon. Tanrı seni başka bir küçük çocuğa yollayacak. Benim için şarkı söylediğin gibi onun için de söyleyeceksin. Hoşçakal, benim güzel kuşum!"
   İçimde büyük bir boşluk hissettim.
   "Bak, Zezé. Bulutun parmağına kondu."
   Başımı Minguinho'nun göğsüne dayadım ve bulutun uzaklaşışını seyrettim.
   "Ona hiçbir zaman kötü davranmadım."
   Başımı dala doğru çevirdim.
   "Xururuca!"
   "Ne var?"
   "Ağlamak kötü bir şey mi?"
   "Ağlamak hiçbir zaman kötü değildir, budala. Neden sordun?"
   "Bilmiyorum. Bir türlü alışamadım. Sanki yüreğim boş bir kafes..."



   José Mauro de Vasconcelos, Şeker Portakalı

15 Eylül 2011

Yıldız

Her yerde aradım,
ve hiçbir yerde bulamadım
Bu yüzden kaldırıyorum kanayan dilgiyi
Ve saplıyorum en derine kederi

Sonsuz göklerin ışıldayan bedenleri
Sahip tinim için
Soğuk cazibesine
Ölümün karşılayan gözlerinin
Gizlisine doğru ruhumun
Bunlar eskinin idealleri



Arcturus, Ad Astra
Çeviri: İTC

8 Eylül 2011

Uzuv-Söküm

   Müzik-ilhamlı yazmayalı epey oldu'dan ziyade hiç yazmadığımızı belirtmekle başlamak gerek. Her ne kadar yıllarca takip ettiğimiz metal müzik sınırlarının artık ucunda geziniyor olsak da, yeni coğrafyalara yeni iklimlere doğru bir seyahatin biletini taşıyorsak da yine de yıllarca gözün içinde birkaç oda+bir salon yer ayrılmış death metal üzerine ve özelde de Dismember üzerine bir şeyler yazmak gerekiyor. 
   Death metal dendiğinde akla sert bir tını ve gürleyen vokaller gelir. Bu bir nevi, bu alt-tarzın (burada genre denmeye çalışılıyor) temel yapıtaşı olsa da göz ardı edilen birkaç yan daha var. Metal ve türevlerinde tını kadar söz bütünlüğüne de dikkat etsek de death metal bu bağlamda pek çığır açan bir alt-tarz değil. Zira bu tarza dışarıdan bakıldığında görülecek mezkûr yapıtaşlarına bir de 'sığ' sözler eklenebilir. Fakat death metal çıkışı itibariyle anti-militarist, sistem-karşıtı ve sistem sorunlarını dile getiren bir müzik tarzıdır. Bilhassa iki dala ayrılmış  bu tarzın, hem Florida hem de İskandinav damarında bu gözlemlenebilir. Amerikan death metali nüvesi ve sonraki evrimi itibariyle thrash metalden pek ayrılmadığı için bahsedilen bu veçheleri gözetmek daha da kolay olabilir. Öte yandan genelde İskandinav ve özelde İsveç death metaline geldiğimizde bu durum biraz daha çeşitlilik arz etmekte. Göteborg ve Stockholm metali de birbirinden kayda değer ayrımlar sergilemekte. At the Gates, In Flames, Dark Tranquillity gibi death metalin başına 'melodik' sıfatını eklemiş ve bu bağlamda yeni bir alt-tarz yaratmada muvaffak olmuş Göteborg tarzı yanı sıra Stockholm'den çıkış yapan gruplar bu evrimleşmede türe daha sadık kalmış - ve deneysel yeniliklerin bu bağlamda peşinen önünü alarak - ve tarzı daha kısıtlı bir düzeyde icra etmişlerdi. 

Dismember, 2008
   Dismember da bu ikinci daldan gelen bir grup. Yıllar içinde onca İsveçli - tarz-dışı da olsa bunlara Norveç'ten çıkan ve ilerleyen safhalarda ister avant-garde adı ister de deneysel adı altında olsun yeni tınılar ve tarzlar geliştiren gruplara nazaran, Dismember özü itibariyle death metali muhafaza etmiştir. Bu yazının müsebbibi olmayı başarmış albüm de bahsedilen grubun 2008 tarihli son albümü (Grup albüme ilk kez kendi adını veriyor). Stockholm tınısı daha çok İngiliz Klasik Metalinden etkilenmiş olmakla birlikte tarz itibariyle eşleniği olabilecek Göteborg metali ile melodi açısından pek geri kalmıyor. Elbette bunda Dismember'ın payı çok büyük. Dismember albümüne genel bir göz atıldığında death metalin anti-militarist vurgusu ("Under a Bloodred Sky") hâkimken öte yandan death metalin diğer alt-türlerinde ('Gore' denen türe kadar uzayan') hâkim olan şiddet ve bir nefret söylemini de bulmak mümkün. Bu açıdan bakıldığında kimsenin tutarlılık beklemediği önkoşuluyla, Dismember'ın - çizgisini devam ettirme bağlamında - başarılı olduğu söylenebilir. Ancak sözlerin sığlığı; kan, şiddet veya herhangi bir sapkınlığın çok sathî şekilde dile getirilmesi büyük eksiklik. Elbette böyle olunca, insan sözleri bırakıp Dismember'ın yaptığı en güzel şeylerden birine kendini kaptırabilir. O da elbette Iron Maiden ve Britanya'dan çıkmış klasik metale atfedilebilecek melodik sololar. Bahsettiğimiz şarkı, tema itibariyle en iyi tabiriyle vasat bir 'kıyamet günü' anlatırken; yine aynı beylik bir din-karşıtı söylemiyle inananların zavallılığını öne çıkarmakta. Öte yandan, sözler bir kenara bırakıldığında, şarkının ikinci yarısındaki devam eden uzun melodiler bu yazının ortaya çıkmasının yegâne sebebi olarak görülebilir. Dismember'ın önceki albümlerinde işe söz katmadan bunları daha iyi yaptığı ("Phantoms (of the Oath)" ve belki de "Nenia") şarkıları da mevcut. Elbette bu sığ-söz yazımı yanında en azından tema olarak kalsa bile aynı albümdeki "Europa Burns" adlı şarkı Birinci Dünya Savaşı'nın çilesini anlatmakta ve savaşın hurafeden başka bir şey olmadığını tamamen death metal söylemiyle dile getirmesi açısından dikkate değer. 
   Elbette ilerleyen yaşla birlikte post-metal arayışları daha da sıklık kazandıkça Dismember gibi çizgisinden sapmamayı - bir nevi muhafazakârlığı - bir artıymış gibi sunan bir grubun müzikal anlamda ne kadar başarılı olabileceği belli. Biraz daha sofistike bir metal beklentisi içinde olan herhangi bir dinleyici için Dismember ne yazık ki - genellenebilecek bir şekilde - sadece solo ve tınıdan öteye geçemeyen bir grup olmakta. Ne kadar son albümlerinde din-karşıtlığı, savaş-karşıtlığı gibi görece sosyal temalar işlense de ilkinin yapılış şeklinin düzeyli ve sağlam olmaktan öte sığ ve şiddet-temelli olması da aslında sadece Dismember'ın değil bu tarzdaki death metalin sınırlarını çiziyor. Adı Uzuv-Sökücü olarak çevrilebilecek (Grubun kuruluş aşamasında aslen 'Dismemberizer'ı düşündüğü ama - rivayete göre - albüm kapağına sığmadığı için Uzuv-Sökümü'yle iktifa ettiği bilinmekte) bir gruptan da başka bir şey beklemek hayalperestlik olabilir. Aynı şekilde "Nefret Seferi" olarak çevrilebilecek bir albüm adı olan grup kendi sınırları dâhilinde, alt-tarzın severleri için kâfi ve tatmin edici olabilir. Ancak death metalin temel dinamosu olan 'nefret'in daha tutarlı ve bağlamsal bir şekilde ele alınmasındaki başarısızlık da grubu - geçmişlerine rağmen - pek de iyi bir yere getirmiyor. 



İTC

El

   (...)
   Ganka bağırmadı, sadece kafasını dizlerinin arasına gömdü, sonra bağdaş kurmuş haliyle yavaşça yana devrildi. Hızla, hırsla, Sofya baltayla birkaç defa vurdu kafaya; kan sobanın maden altlığına fışkırdı. Bu kan kendinden, Sofya'dan, akıyormuş gibiydi; sanki vücudundaki bir çıbana bıçak vurulmuş ve cerahat şimdi damla damla akıyor gibiydi ve her damlada kendini biraz daha rahatlamış hissediyordu. Baltayı bıraktı, derin, rahat bir soluk aldı, hiç böyle soluk almamıştı, bu onun soluduğu ilk havaydı. Ne korku ne utanç; hiçbir şey yoktu, vücudunda uzun sürmüş bir ateşten sonraki gibi alışılmadık ve yeni bir ferahlık duygusundan başka hiçbir şey. 
   Sonra bütün bunlar, sanki Sofya'nın elleri kendi kendilerine düşünürmüş gibi, kendisi işe karışmadan ne yapılması gerektiğini biliyorlarmış gibi oldu bitti. Sofya, derin mutlu bir uykuya daldı. Sadece arasıra gözlerini açıp etrafındaki şeyleri görmeye başlıyor ve her şeye şaşkınlıkla bakıyordu. 
   Ganka'nın mavi ispirtoyla ıslatılmış potinleri, kestane rengi entarisi ve gömleği bir zamandır sobada yanıyorlardı; çıplak, pembe ve körpe Ganka yüzükyorun yerde yatıyordu. Bir sinek, hiç acele etmeden, sâkin sâkin gövdesinde geziniyordu. Sofya sineği gördü, kovaladı. Sofya'nın kendisine yabancı elleri gövdeyi kolaylıkla ikiye ayırdı sakince. Onu başka türlü taşımak imkânsızdı. Bu sırada Sofya mutfaktaki patatesleri düşünüyordu, Ganka patates soymayı bitirmemişti ve akşam yemeği için pişirmek gerekiyordu onları. Mutfağa gitti, kapıyı kapatıp çengelledi, ocağı yaktı. 
   (...)



   Yevgeni Zamyatin, Taşkın

3 Eylül 2011

Sükûn


Her kimseye, bir kör göz
Tutmak için süzgecini iradenin
Hiç kimseye, bir hissi
İçte kaybolduğumuzun
Kurbanlar, şahitler değil
Bir suç ortağı, seyirci kalan değil
Dünyaların çarpıştığı bir zamanda
Bizim için güvenli bir inkâr
Zorlamamak için ötesini amaçlarımızın
Bizim için gölge bir imge
İzin verdiği aklıselimimizin

Sen bir sükûn adasısın, bir kaos deryasında






Dark Tranquillity, Derivation TNB
Çeviri: İTC

28 Ağustos 2011

Elif


   Öncelikle bilmelisin ki: Bu harfler, yükümlü insan âlemi gibidir ve başka âlemlerden farklı olarak yükümlü tutulmada değil, hitapta kendisine ortaktır. Çünkü onlar, insan gibi bütün hakikatleri kabul eder. Âlemin diğer kısımları ise böyle değildir. Bu nedenle bizde olduğu gibi harfler içinde de Kutup vardır. Harflerin kutbu Elif'tir. 
   Bizde Kutbun makamı her şeyi ayakta tutan hayattır. Bu makam, Kutup'a özgüdür. Çünkü o, himmetiyle bütün âlemde dolaşır. Elif de, bizim algılayıp başkasının algılayamadığı ruhaniyetinin her yönünden (harflere) sirayet eder. Elif, harflerin çıkış yerlerinin sonundan -ki o nefesin çıkış yeridir- nefeslerin son çıkış yerine kadar nefes olarak yayılır ve sen susmuş iken, dıştaki havaya kadar uzar. Susmuşkenki bu uzama, sada diye isimlendirilen şeydir. İşte bu, Elif'in her şeyi var eden olmasıdır. Ayrıca, bu durum onun rakamı yönündendir. Bütün harfler, kendisine yerleşir ve ondan oluşur. Elif ise onlara yerleşmez. Nitekim Elif de kendi ruhaniyetine yerleşir. Elif'in ruhaniyeti, takdir edilen noktadır. Nitekim bir sayısı da (sayılara) yerleşmez. 
   Böylece Elif'in neden Kutup olduğunu sana açıklamış olduk. Elif'in gerçeğini öğrenmek istersen, bundan sonra sana zikredeceğimiz şeylerde de böyle yaparsın. 
   (...)



   İbn Arabî, Fütûhâtı Mekkiyye

24 Ağustos 2011

Sevgi


       (...)
   Neden bir köpeğin gördüğü âdet onu eğlendiriyor, neşelendiriyordu da kendininki midesini bulandırıyordu? Cevabı basit geliyor bana; köpekler hiç Cennet'ten kovulmadılar. Karenin ruh ve beden ikiliği konusunda hiçbir şey bilmiyordu, bu yüzden de tiksinti kavramı yoktu. Tereza bu yüzden onunla bu kadar özgür ve rahat hissediyordu kendini. (Bir hayvanı machina animata, ineği süt üretimine yarayan bir otomat halin etirmek de bunun için o kadar tehlikelidir. Böyle yapmakla, insan kendini Cennet'e bağlayan ipliği koparır ve artık zaman boşluğu içinde çıktığı uçuşta tutunacak ya da avuntu bulacak hiçbir şey kalmaz içinde.)
   Bu karman çorman düşünceler Tereza'nın bir türlü silip atamadığı, dinî açıdan küfür sayılacak bir düşünceyi doğurdu: Onu Karenin'e bağlayan sevgi, Tomas'la arasındakinden daha iyi bir sevgiydi. Daha iyi; daha büyük değil. Tereza ne Tomas'a ne de kendine suç bulmak istiyordu; Karenin'le birbirlerini daha çok sevdiklerini öne sürecek değildi. Sadece ona öyle geliyordu ki, insan çiftinin doğması gözönüne alındığında, erkekle kadının aşkı, a priori olarak köpekle insan arasında varolabilecek (en azından en iyi örneklerde) sevgiden aşağı bir şeydi. Bu, insan tarihinin büyük olasılıkla Yaratıcı tarafından tasarlanmayan bir garipliğiydi. 
   Tümüyle benliksiz bir aşktı bu; Tereza, Karenin'den bir şey istemiyordu; onu sevdi diye karşılığında, kendisini sevmesini bile beklemiyordu. Üstelik hiçbir zaxman kendi kendine; insan çiftlerine yaşamı zehir eden soruları da sormamıştı: Beni seviyor mu? Benden daha çok sevdiği bir başkası var mı? Benim sevdiğimden daha çok seviyor mu beni? Aşkı ölçmek, sınamak, denemek ve kurtarmak için aşka yönelttiğimiz bütün bu sorular belki de her şeyin yanısıra aşkı kısaltmaya da yarıyor. Belki de sevemememizin nedeni çok sevmek istememiz, yani karşımızdaki kişiden hiçbir istekte bulunmaksızın, ondan onunla birlikte olmaktan başka bir şey istemeksizin kendimizi ona verecek yerde ondan bir şey (aşk) talep etmemizdir. 
   (...)



   Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

19 Ağustos 2011

Tuğla

      (...)
   Ahmet Mithat'ın Rodos'a sürülmesine sebep olan "Dıvardan bir sada" adlı yazısında yazar, masası başında makalesini düşünürken, birdenbire duvardan bir ses geldiğini ve konuşan duvar önünde hayret ve şaşkınlığa düştüğünü bu sesin kendisine şöyle söylediğini anlatıyor: "Şaşma! Ben yanındaki duvar içinde bir tuğlayım. Yazdığın bendin sonunda bakalım bundan sonra ne olacağız? dedin, bu söz üzerine düşünmeğe başladın, sana bunun için bilgi vereyim. Doğuş için bilgi pek doğrudur, ben de senin gibi doğmuş idim, vücudum arzın merkezinde kaynamakta olan madenler içinde binlerce yıl yandıktan ve buhara kalbolduktan sonra, arzın tabakaları arasında donmuş bir halde binlerce yıl dağınık ve perişan kalmış, en sonra anamın rahmine düşen maddenin içinde toplanmıştı. Ben de senin gibi bu dünyada 45 sene yaşadım. Sanatım hükûmet memurluğu idi. Sonunda bir ciğer hastalığına uğradım. Birgün bana bir durgunluk geldi. Çoluk çocuğumun yanında kulağıma gelen sesleri gayet uzaktan duymağa başladım. Gözlerimin kuvveti, beynimin muhakemesi azalmıştı. Damarlarımdaki kan da uyuşmaya yüz tuttuğundan dilim söylemez oldu. Eşya gözümden uzaklaştı, anlayışım bozuldu. Bir an kendimi karanlık bir geceden daha karanlık bir âlemde yalnız buldum. Nerede olduğumu anlayamadım, ancak evvelki hayal âlemini kaybetmiş olduğumu anladım. Sen dünya dedikleri âleme geçinceye kadar seyahat ettiğin âlemleri kendin o âlemde iken düşünemeyip şimdi dünyada iken geriye bakarak düşündüğün gibi, ben de dünyadan çıkıp bu duvara girinceye kadar gördüğüm şeyleri burada düşünmekteyim. Dünyada hayat yalnız ruhu olanlara mahsus değilmiş, her cisimde hayat varmış. Ben hayata 'Varlık' manası veriyorum. Bu hale göre ölüme de 'Yokluk' manası vermekteyim. Ancak varlık hiç bir zaman başlı başına kaim olamıyor. Âlemde basit, yani tek başına hiç bir varlık yoktur. Her varlık mürekkep, yani nice varlıkların birbirini tamamlamasıyla yetkin ve tamdır. İşte böylece bütün çiçekler, yemişler, bütün cisimler ve canlılar meydana geldi."
   (...)



   Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi

16 Ağustos 2011

Köprü


      (...)
   En iyisi vapurlardı. Sağ elini saçlarından geçirip yanağına dayardı. Kimsenin göremediği, iki ucunda yalnız kaldığımız o kıldan ince köprüyü kurardık. "Biliyor musun, beni yokluğun eşiğinden sen çevirdin. Birbirimiz için varız biz." derdim. Kendimi ona gerekli yapmaya uğraşıyordum belki. Dünyada ötekilerin de oluşunu bağışlıyordum. Vapuru yapan işçiler, yüzdürenler, onu iskeleye bağlayan kırmızı burunlu adam, ekmeğimizi pişiren fırıncı, ağabeyim, herkes biz olalım diye vardılar. Bizim için elbirliğiyle bu kısa yolculukları hazırlıyorlardı. Artık bu yolculuklar için yaşar gibiydim. Her şeyi ona göre değerlendiriyordum. Saatıma baktıkça, "En azından iki aylık vapur parası eder," diye düşünüyordum. Paramı çalacaklarından korkuyordum; kalabalığın içine karışınca sol kolumu iç cebimin üstüne bastırıyordum. Salt param olmadığı için vapura binemeyeceğim olursuzluğu korkunçtu.

15 Ağustos 2011

Hiç Başlamayacaklar için Varoluşçuluk


   Tanımların birer birer çamaşır iplerine asıldığı bu çağda, ipe-asılmış-varoluşçuluğu da tanımlamak pek kolay görünmüyor. En temel ayrımından hareket edilirse, ki bu da ister istemez tanrıyı işin içine katmakta, tanrıtanımaz bir düzenekte – Sartre’ın kurguladığı şekilde – varoluş’un özden önce gelmesidir. Tanrı inancı ile ve insan-dışı varlıklarda varsayılan olarak zuhur etmiş ‘öz’, başka bir deyişle öznenin kendini var etmesinden evvel ona atfedilmiş, biçilmiş, bahşedilmiş (!) değerlerle bir hakikat yolunda seyretmesidir. Ancak özellikle post-modern zamanların dalgasını yedikçe kırılan ama bir türlü dalgakıran olamayan çevredeki onlarca insanın içine düştüğü ‘anlamsızlık’ biraz da bu varoluş gerçekliğini açığa çıkarmakta. Sartre’ın öngörüsünün zımnî kabulü olarak nitelenebilecek bu durumun genellikle karanlığa ve bunaltıya sirayet etmesi kaçınılamaz gibi. Albert Camus şu sahneyi çizerken aslında aslolanı pekâlâ dile getiriyordu:
   “(...) Arkasından, kuru bir gürültü düşer mandaldan, yaşlı adam öylece kalakalır, dehşet içinde, karnında acı ve sızılı korkusu. Oysa sokakta yalnız değil, karşılaştıkları ne kadar az olursa olsun. Ateşi türküsünü söyler. Ufak adımları sıklaşır; yarın her şey değişecek, yarın. Birdenbire anlar ki yarın da böyle olacaktır, öbür gün de, tüm öteki günler de. Ve bu çaresiz buluş ezer onu. İşte böyle düşünce öldürür insanı. Bunlara katlanamadığı için öldürür insan kendini ya da, gençse, tümceler kurar.”[1]
Kesif bir karanlık içinde vâkıf olunan bu ‘buluş’la başlar hayatı anlamlandır(ama)ma. Elbette salt kara düşüncelerden müteşekkil olmak zorunda değil bu, ancak Camus’nün zikrettiği bir gerçeğin altında kalmak, onu alt etmekten daha yakın gözükmekte. Bu buluşun zuhur ettiği zaman ve mekâna bağlı biraz da. Elbette bu denli ‘anlamsız’ bir keşiften sonra varoluş kaygısı bitmez. Bunaltıyla, korkuyla, tiksintiyle, nefretle çeşitli veçhelerine büründüğü kertede her zaman bir ‘arayış’ı ihtiva eder. Bu bağlamda bakıldığında aslında varoluş kaygısı bir ‘hakikat’ arayışıdır. Hakikatin içerdiği mefhum oldukça bireyci olan varoluşçuluk dâhilinde değişiklik gösterebilir. Memento Mori dürtüsüyle ölümünden önce bu medeniyette ölümsüz bir eser bırakmak da olabilir bunun tezahürü veya Camus’nün dile getirdiğinin ötelenmesiyle akla gelen ‘intihar’ da. Meseleye biraz göreceli bir pencereden bakılırsa aslolanın insanın kendini gerçekleştirmesi olduğundan kelli bu ‘gerçekleştirme’ – her ne kadar varoluşçuluk içinde pek görülmese de – insanın bir edimi olarak hayatını sona erdirmesi de olabilir.
   Bu hakikat arayışının ve fiiliyata geçmesinin adı ‘edim’ olarak konursa, insanı var edecek olan ve sorumlu olduğu tüm edimleridir. Bu edimlerinden ötürü Sartre, vakt-i zamanında maruz kaldığı saldırılar karşısında varoluşçuluğun edilgen bir düşünce olmadığını aşikar bir şekilde dile getirmiş olsa da yaşamın bir ağırlık yahut da zorluk olarak kurgulandığı kertede mükemmel bir edilgenliğe evrimleşmesi de mümkün.[2] Bu söylem her ne kadar akla Kundera’nın varoluşa girizgâh niteliğindeki romanında hayat bulmuş olan Sabina’nın varlığında vücut bulan durumu akla getirse de bahsedilen hafifliğin aslında ağırlıktan kaçış olduğu görülür. Bu şekilde varoluşçuluk bilincini – ya da daha sofistike hâliyle söylemek gerekirse – ve ‘keşfini’ müteakiben ortaya çıkan mücadele dâhilinde varoluşçuluğu betimlemek daha makul olmalı. Bu mücadele hakikat yolunda sarf edilen edimler olarak dile getirilirse, var olmanın aslen ne kadar anlamsız ve ne kadar zor olduğunu gösterebilir. Buradaki çatallaşmaya da dikkat etmek gerekir, zira aşağıda bu yol-ayrımındaki bir sapaktan sapılıyor. Şöyle ki var olmak ve varoluşçuluk nihaî kertede birbirini andırsa da birbirinden ayrılmaktadır. Kundera’nın romanına göndermeyle aktardığım gibi, var olmaktan kaçınılabilir ancak varoluşçuluk – en azından Sartre’ın vazettiği şekilde – böyle bir edilgenliğe yer bırakmıyor. Aksine bireyi tüm edimlerinden mesul tutarak var olmasının önüne onulmaz engeller çıkarıyor! Varlığın temel sorgulanması nezdinde ne kadar aynı nüveden çıkmış olsa da varoluşçuluk mütemadi bir şekilde – sancılarıyla birlikte – bireyi ‘var olma’ya itiyor, var olurmuş gibi yapmaya değil.
   Bireyin hakikat arayışında başka bireylere olan bağlılığı da bir başka mesele. Buna geçmeden evvel genellikle varoluşçuluğun bireyin kendi aklî dehlizlerinde – kendisiyle – giriştiği bir mücadele olduğunun altını çizmek gerek. Varoluşçu birey her şeyden evvel kendisini gerçekleştirmek güdüsünde olduğu için bir şekilde kendi nefsiyle mücadeleye başlar.[3] Bu savaşım esnasında bireyin neden var olduğu, neden yaşadığı, nasıl (şeylere) anlam atfedebileceği gibi onlarca – zahirî olarak beylik, bâtınî olarak ölümcül – mefhumun bireyi götüreceği varoluşsal kriz yukarıdaki yol ayrımından saptıktan sonra çok geçmeden tenha yolun sağında veya solunda görülebilecek bir şey. Görüp geçilecek, değil.[4] Aynı şekilde kendi edimlerinin – yanlış veya doğru olsun – bu varlık dünyasında bulacağı yankılar da bireyin aklının içinde sonsuz kere yankılanabilir. Öte yandan Yusuf Atılgan’ın öykülerinin derlendiği kitaptaki bir öyküsünde “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu” diye söylenirken, bu ifade hem bireyin kendi başaramamışlığını hem de toplumun varoluşsal beklentileri hayal kırıklığına uğratmadaki kabiliyetini göstermesi açısından varoluşçuluğun çıkmazını – birey ve toplum arasında kalmışlık – ortaya sermektedir.[5] Yine Atılgan’ın Aylak Adam’ında aradığı o mükemmel kadın – ve aslında bunun hiç varolmadığı/varolmayacağı olgusu – her şeye rağmen C.’ye bir ‘yaşama itkisi’ sağlamaktaydı.
Gustav Klimt, Study for Philosophy 1898-99
   O hâlde şu soru sorulmalı: Nasıl var olmalı (‘Var olmalı mı?’ gibi aslî bir sorunun götüreceği nihaî erekten ötürü sormak bile gereksiz)? Sartre’ın Varoluşçuluk adlı derleme kitabında belirttiği gibi[6] her sanatçı kendini var etmek için çabalarsa da modernitenin tektipleştirdiği, kapitalizmin sonsuz tüketim sarmalına sardığı ‘sıradan’ bir bireyin var olma kaygısı hâlâ aynı güçlüğüyle yerinde durmakta. Elbette böylesine öz bir soruya cevap vermek – ne burada ne başka bir yerde – mümkün değil, ancak sorulan soruların açacağı ufuklardan varoluşçuluğa ilişkin bir varoluş yakalanabilir. Var olmanın ağırlığıyla mücadele ederken varoluşçuluk bu sancılı varoluştan – ebedî olmasa da – nadir sahneleri yakalama, biriktirme çabası olarak dile getirilebilir. Ne de olsa, Camus’nün ‘yabancı’sı olmaktan veya Sartre’ın tasvir ettiği ‘bulantı’dan kaçış olmamakla birlikte bunlara rağmen birey kendini, bağlı olduğu atomize olmuş toplum dâhilinde, anonim sahnelerle bile, varoluşunu anlamlı bulabileceği ‘nadir-sahne-kumbarası’na dönüştürebilir. Şöyle bir örnek, karanlık bir varoluşçu için bile kendi edimlerinin mükafatı olarak ilelebet olan ‘varlık’ okyanusunda bir zerre olarak manidâr olabilir. İçinde bulunduğu buhranı alt etmek için değil ama halının altına çekmek için gün-aşırı köşedeki tekelden birkaç şişe bira almayı alışkanlık etmiş biri, günün birinde – âdet olduğu veçhile – birasını alıp, parasını verdikten ve dahi dükkânı terk ettikten sonra arkasından gelen “Hey!” hitabını müteakip duyduğu “Sen sıcak biralardan aldın, gel değiştirelim”i duydu. Tekel sahibinin seslenmesinin ardından dükkânda elindeki kara poşete konan soğuk biralardı o an ‘varoluş’.  Bu yaşanmışlık anlık da olsa yaşamı, var olmayı ve benliğini billûrlaştırabilir. Bu şablonun temelinde yatan ‘insaniyet’ arkaplanının hakikati teşkil ettiği kabul edilirse, yozlaşmanın saatte bilmem kaç kilometre hızla yayıldığı günümüzde daha da değerli bir varoluş veçhesi olabilir. Elbette böylesi bir örnek – karikatürize olmaktan öteye gidemeyerek – felsefî derinlikten uzak ancak yine de arz ettiği tepki vesilesiyle var olmanın ağırlığının kimi zaman böylesi sahnelerle hafifleyebileceğinin en nadide sahnesi.
   Sonuçta, insanın varoluşu ile yaşama dâhil olması – tüm tezatıyla birlikte – diğer insanlara bağlıdır. Elbette günümüz toplum yapısında, insanın diğer insanlara kurduğu ilişkilerin yüzeyselliği ve insanın  varsayılan olarak ‘atomize’ bir yaşam sürdürmesi ile birlikte bu dâhil olma karmaşık görünebilir. Sartre, bunun bilinciyle, yine de varoluşçuluğun iyimserliğini korumayı seçiyordu:
   “Bilir ki desteksizdir kişi, yardımsızdır, her an insanı bulmak (keşfetmek) zorundadır. Güzel bir yazısında, ‘İnsan insanın geleceğidir,’ demişti Francis Ponge. Çok yerinde bir söz. Gelgelelim, “Gelecek gökyüzünde yazılıdır. Tanrı onu görür, yönetir,” diye anlamak da yanlıştır bu sözü. Çünkü o zaman adı geçen gelecek, gerçek bir gelecek olmaktan çıkar.
   Onun için  bu sözü, ‘Ne olursa olsun, insanın yapacağı bir gelecek vardır, el değmemiş bir yarın onu bekler,’ diye anlamak doğru olur. Ama bu durumda da insan kendi başına bırakılmış olur.”[7]
   Nitekim, varoluşçuluk ile var olma sancısı arasında seyreden bu ikircikli güzergâh boyunca her daim karaltıya gark olmamak gerektiği gibi aksine bireyin varoluşçuluğu her ne kadar gözündeki perdeyi kara tonlara bürüse de bu kendi varlığı dışındakilerden vazgeçebileceği anlamına gelmez. Ne de olsa karanlık bir bunaltı içinde de olsa varoluşçuluk maddî veya manevî olsun aşkın bir hakikati arar ve bu hakikat sadece bireyin edimlerinde değildir. Bireyi topluma bağlayan – ve bir nevi cehennemleşen – bu olgu varoluşçuluğun temel ikilemi olmakla birlikte, bireyin varoluşçuluğunu da anlamlı kılacak bir aynadır.[8] Ters bir teşbihle de olsa, bâtını karanlık olan birey, bu karanlığı işleyerek, bazen dişleyerek, zahirinde aydınlık bir kişiye dönüşebilir. Ki bu da Sartre’ın – romanlarında olmasa da – çizmekte olduğu dönüşümcü varoluşçuluğa oldukça uyar.  ‘Cehennem’ olan başkaları, mutlak zaman ve mekânda bir zerre olarak da olsa ‘cennet’ olabilir.



İTC

[1] Albert Camus, Tersi ve Yüzü, s. 34-5.
[2] Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği.
[3] Böylesi bir mücadelenin tasavvufî görüş ve pratiklerle taşıdığı ortaklık da gözden ırak tutulmamalı. Nitekim işin ‘manevî’ kısmına dair olan mücadelenin yeri ne yazık ki burası değil.
[5] Yusuf Atılgan, Bütün Öyküleri, s. . Aynı şekilde Sartre’ın ünlü sözü “Cehennem başkalarıdır” bu durumun bir nevi vecizesidir.
[6] “İnsan, bir girişimler zinciridir” diyerek çizdiği iyimser tabloya insanın dehasının ve yaratıcılığının varoluşçu  eklenimi için, Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, s. 57.
[7] Sartre, Varouluşçuluk, s. 48-9
[8] Bu aynaya, içteki karanlığın, sapkınlığın, pisliğin (ki hepsi insan doğasının bir veçhesi olarak kabul edilmelidir) bastırılmasını hicvederek, varoluşçuluğun bir diğer ikilemine parmak basan ve bu bağlamda insan aklı ve insan sıfatı arasında karanlık ve yırtıcı bir varoluşçuluk resmeden Witold Gombrowicz, İTC’nin bir sonraki yazısının temel öznesi olacaktır. Gombrowicz, nihilizmden beslendiği kadar statü ve mefhumların birey’e atfettiği ‘belirli’ durumlardan doğan baskıyı temel alarak – tabir-i caizse – varoluşçuluğun karanlık tarafına geçmektedir. 

12 Ağustos 2011

Hakikat II

   (...)
   "Senin ülkendeki insanlar," dedi Küçük Prens, "tek bir bahçede beş bin gülü yetiştiriyorlar... Aradıklarını da bulamıyorlar..."
   "Evet, bulamıyorlar," diye karşılık verdim.
   "Oysa aradıkları, bir tek gülde ya da biraz suda bulunabilir."
   "Elbette," diye yanıt verdim.
   Küçük Prens ekledi:
   "Ama gözler kördür. İnsan yüreğiyle aramalı."
   Su içmiştim. İyi soluk alıyordum. Gün doğarken kum, bal rengidir. Bu bal rengi mutlu ediyordu beni. Neden içim sıkılıyordu o halde?
   Yeniden yanıma oturan Küçük Prens, tatlı bir sesle bana:
   "Sözünü tutmalısın," dedi.
   "Hangi sözü?"
   "Bilirsin ya... Koyunum için bir tasma sözü vermiştin... Bu çiçekten ben sorumluyum!"
   Cebimden resim taslaklarımı çıkardım. Küçük Prens onları gördü ve gülerek:
   "Senin baobap ağaçların, biraz lahanaya benziyor..."
   "Yaa! Oysa ben, baobaplarımla çok gururlanıyordum!"
   "Senin tilkin de... Kulakları da biraz boynuza benziyor... Hem çok da uzun!"
   Yine güldü sonra
   "Haksızlık ediyorsun, küçük dostum, boa yılanlarının içten ve dıştan görünüşleri dışında bir şey çizmesini bilmiyordum ben."
   "Bu da olur," dedi, "çocuklar anlar."
   Bir tasma daha çizdim. Bunu ona verirken, yüreğim burkuldu.
   "Bilmediğim tasarıların var senin..."
   Ama bana yanıt vermedi.
   "Biliyorsun," dedi, "yeryüzüne düştüm... Yarın bunun yıldönümü..."
   Biraz sustuktan sonra, ekledi:
   "Buraya çok yakın bir yere düşmüştüm..."
   Sonra kızardı.
   Nedenini bilmediğim bir hüzün çöktü içime yine. Aklıma bir soru geldi:
   "Demek, sekiz gün önce, seni tanıdığım sabah, böyle yapayalnız, insanların yaşadığı yerlerden binlerce mil uzakta dolaşman bir rastlantı değildi? Düştüğün noktaya geri dönüyordun, öyle mi?"
   Küçük Prens yine kızardı.
   Ben duraksayarak ekledim.
   "Belki de yıldönümü içindi bu?"
   Küçük Prens yeniden kızardı. Sorularıma hiç karşılık vermiyordu, ama kızarması, "evet" anlamına gelmez miydi?
   "Ya," dedim ona. "Korkarım..."
   Ama o karşılık verdi bana:
   "Şimdi çalışmalısın. Motoruna gitmelisin. Seni burada bekliyorum. Yarın akşam geri dön..."
   Ama içim rahat değildi. Tilkiyi düşünüyordum. İnsan, evcilleştirmeye kalkışırsa, biraz da gözyaşı dökmeyi göze almalı...



   Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens

8 Ağustos 2011

Hırs

      (...)
   İçinizi hırs bürüdüğü, onun ateşine maruz kaldığınız an kendinizi inceleyin; sonra da "krizleriniz"i teşrih masasına yatırın. Bu krizlerin öncesinde hususî bir hararet taşıyan acayip belirtiler geldiğini ve bunların sizi sürükleyip alarma geçirmekten geri kalmadıklarını saptayacaksınız. Ümit suiistimali yüzünden gelecekle zehirlenmiş bir halde, aniden kendinizi şimdiden ve gelecekten sorumlu, ürpertilerinizle yüklü müddetin bağrında hissedersiniz; evrensel bir anarşinin ajanı olarak müddetle birlikte infilak etmeyi düşlersiniz. Beyninizdeki olaylara ve kanınızdaki değişimlere dikkat kesilmiş, sapıtmanıza doğru dönmüşsünüzdür; işaretlerini kollar ve bunlara bağlanırsınız. Benzersiz kargaşa ve tedirginliklerin kaynağı olan siyasî çılgınlık, zekâyı bastırsa da buna karşılık içgüdülere yardımcı olur ve sizi kurtarıcı bir kaosa daldırır. Yapabildiğinizi sandığınız iyiliğin ve bilhassa kötülüğün fikri sizi sevindirecek ve coşturacaktır; sakatlıklarınız da öylesine hünerli çıkacaklardır ki, mucizevî bir şekilde herkesin ve herşeyin efendisi haline getireceklerdir sizi.
   Etrafınızda aynı tutku tarafından kemirilenlerde, benzer bir sapıtma farkedeceksiniz. Bunun etkisine uğradıkça, bütün diğer sarhoşluklardan farklı bir sarhoşluğun pençesine düşerek tanınmaz hâle geleceklerdir. Seslerinin tınılarına varanak adar herşeyleri değişecektir. Hırs, kendini ona kaptıran kişiyi potansiyel bir iblis haline getiren bir uyuşturucudur. O belirtileri, o çılgına dönmüş hayvan havasını, o endişeli ve adeta pinti bir vecdle canlanmış hatları kendinde ve başkasında gözlemlememiş kişi, zehir ve deva karışımı olan kamçılayıcı cehennemin, İktidar'ın uğursuzluk ve nimetlerine yabancı kalacaktır.
   (...)



   Emil Michel Cioran, Tarih ve Ütopya 

4 Ağustos 2011

Çılgınlık


Berlin, 31 Ekim 1982


Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini biliyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım. Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim. 
   Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da, düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor. Acı veren bir şey bu. Çok acı veren. Ürküten hem de nasıl ürküten!
   Çılgınlığı bilmeden aklın sınırları son derece can sıkıcı. Kabul edilemez. Yetersiz.
   Aklın dünyası dışında başka şeyler olmalıydı. Ben çılgın dünyasına en derin, en uzun, en sonsuz yolculuğu yaptım. En acı veren yolculuğu. Tüm öbür acılar, akıldan çılgınlığa geçişle karşılaştırıldığında kabul edilir. Çılgınlık yoluyla kurtuluşumu ne büyük bir cesaretle tamamladım, tüm acılardan, gövdelerden, güneşlerden, ana-babalardan ve çocuklardan, güvenden ve güvensizlikten, tüm düzenlerden.

1 Ağustos 2011

Biz


Bir heykel yaptılar bizden
Ve konuldu bir dağın tepesine 
Şimdi turistler gelip bakıyorlar bize 
Balonlarını patlatıyorlar, sakızdan
Fotoğrafını çekiyorlar eğlenerek, eğleniyorlar

Bir şehri adlandıracaklar bizim ardımızdan
Sonra diyecekler ki hepsi bizim suçumuz
Ardından bize bir nutuk atacaklar
Ardından bize bir nutuk atacaklar 
Çünkü onlarda yılların tecrübeleri var 
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Karıştırırken cevapları sayfalarda
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Ve bu bulaşıcı 
Ve bulaşıcı
Ve bulaşıcı
Ve bulaşıcı

Giyiyoruz eşarplarımızı tıpki bir ilmekmişcesine 
Fakat değil istediğimizden ebedî uykuyu 
Ve parçalarımız kısmen kullanılmışsa da 
Yenileri köle emeği, sakınabileceğin

Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Karıştırırken cevapları sayfalarda
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Ve bu bulaşıcı
Ve bulaşıcı
Ve bulaşıcı
Ve bulaşıcı

Bir heykel yaptılar bizden
Bir heykel yaptılar bizden
Turistler geliyor ve bakıyorlar bize
Heykeltraşın mermeri sunuyor saygılarını
Bir heykel yaptılar bizden
Bir heykel yaptılar bizden
Burunlarımız başladı paslanmaya
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Karıştırırken cevapları sayfalarda
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz

Ve bu bulaşıcı
Ve bu bulaşıcı
Ve bu bulaşıcı
Ve bu bulaşıcı



Regina Spektor, Us
Çeviri: İTC

22 Temmuz 2011

Bunaltı

      (...)
   "İnsan kendi kendini seçer," dediğimizde, her birimizin kendi kendini seçmesini anlıyoruz bundan. Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. Hiçbir edimimiz yok ki olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın bizde. 
   Öte yandan, bütün insanları seçerken insan kendini de seçmiş olur. Şöyle ya da böyle olmayı seçmek bir bakıma seçtiğimiz şeyin değerli olduğunu belirtmek demektir. Çünkü hiçbir zaman kötüyü seçmeyiz. Hep iyiyi (iyi sandığımızı) seçeriz. Herkes için iyi olmayan şey, bizim için de iyi olamaz. 
   Ayrıca, varoluş özden önce gelince ve biz tasarımıza göre varlaşmak isteyince bu tasarı herkes için, bütün çağımız için bir değer ve geçerlik kazanır. Böylece, sorumluluğumuz düşünemeyeceğimiz kadar büyümüş olur; giderek bütün insanlığı kucaklar. Bir işçiysem, sosyalist olmayı değil de bir Hıristiyan sendikasına girmeyi seçersem, bununla şunu belirtmiş olurum: "İnsana düşen, alın yazısına katlanmaktır; tevekküldür, boyun eğmektir. Çünkü bu dünyada saltanat yok insan için!"
   Gelgelelim bu hareketimle, bu seçişimle yalnızca kendimi bağlamış olmakla kalmam, herkes adına tevekkülü salık vermekle bütün insanlığı da bağlamış olurum. 
   Daha bireysel bir örnek alalım: Diyelim ki evlenmek, çoluk çocuk yetiştirmek istiyorum. Bu evlenme yalnızca benim durumumdan, tutkumdan (ihtirasımdan) ya da isteğimden doğsa bile, yine de ben bununla yalnızca kendimi bağlamış olmuyorum, bütün insanlığı da tekli-evlenme (monogamie) yoluna sokmaya, bağlamaya çalışmış oluyorum. 
   Demek ki yalnızca kendimden değil, herkesten de sorumluyum. Kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşı da sorumlu oluyorum. Seçtiğim belirli bir insan tasarısı kuruyorum, yani kendimi seçerken gerçekte 'insan'ı seçiyorum. 
   Bu durum bunaltı, bırakılmışlık, umutsuzluk gibi görkemli sözcüklerin örttüğü şeyi anlamamızı sağlar. Üstelik göreceğimiz üzere öyle zor falan da değildir bunu anlamak; hatta hayli kolaydır. 
   Önce şunu soralım: "Bunaltı" deyince ne anlaşılıyor?
   Varoluşçular yürekten karşılık verirler: "İnsanlık bunaltıdır!" derler. Bunun anlamı şudur: Bağlanan ve yalnızca olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucu olarak bütün insanlığı seçen kişi, o derin ve tümel (külli) sorumluluk duygusundan kurtulamaz. Doğrusu, birçoğu bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını, bu bungunluğu, bu boğuncu) yaşamazlar. Ama biz yine şunu öne süreceğiz: Onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar. Nitekim çoğu kimse yaptığının yalnızca kendini bağladığına, yalnızca kendini sorumlu kıldığına inanır. Bu yüzden, "Her koyun kendi bacağından asılır," derler. Kalkıp da onlara, "Ya herkes de sizin gibi yaparsa, o zaman ne olur?" diye sorarsanız, omuzlarını silkerek cevap verirler: "Herkes de böyle yapmaz ki!"
   Ne olursa olsun, biz yine de sormalıyız kendi kendimize: "Ya herkes de bizim gibi yaparsa sonu nice olur?"
   (...)



   Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk