انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

18 Aralık 2013

Soru

Yaşlıların anılarını yazmalarını salık veriyordu sevgili Mîna Urgan. Onca zenginse yaşadıkları kişinin, öneriye katılabilir insan. Yoksa düşündükçe sıradanlaşıyorsa, kendi öngörüsüzlüğü, başka öğeler yüzünden ya da rastlantıların batağında boğulmuşluklardan oluşuyorsa bir yaşam, anlatılmasından bir yararı umulabilir mi? Belki, yazarın hesaplaşma adı altında aklanma, başkalarını suçlama gereksinmesi doyurulmuş olur; dahası, yaşadığı sınırlı sürede oluşan toplumsal, siyasal olayların -hiçbir zaman gerçeğe uymayacak- yüzeysel irdelemeleriyle oyalanmasına olanak verir. 

   Rakı içiyorum. Can Yücel de "İçkiyi, sigarayı bırakamıyorum," diyordu. Çok zeki, can adam. Benden üç yaş küçük. Üstelik bademcik kanserine tutulmuştu. Sağlığına yapışıp kalmadı işte. N'olursa olsun (mu?) Dramatik öğesi ağır basan şiirler. Hiç de espri uğruna üretilmiş değil. Beni sevmişti sanırım. Şimdi ne kendine ne bana kızamaz. Değer yargısı da hafif kalırdı söyleyecekleri yanında. 

18 Ekim 2013

Kapı

   (...)
   Kapının önünde elinde bavulu, kuş şakırtısı bakışlarını dikiyor gözlerime. "Hadi, sen de gel. Buralar bize göre değil. Hiçbir insan yaşamaz buralarda. Gel köye gideriz, misafirim olursun birkaç gün, istersen. Sonra, sonra, sonra sana hemen bir koyun keserim. Bizim hanım var ya, çok güzel yemek yapar. Hele bir etli pilav yapar ki, pilavla birlikte parmaklarını yersin, parmaklarını! Sonra, sonra, sonra, birkaç gün sana etrafı gezdiririm. Bu para ikimize de yeter. Büyük kıza bir etek alsam..."
   Dudaklarım duvar. Her kelimenin gömülü olduğu bir toplu mezar. Ne diyebilirim ki. Keşke konuşma denilen o eyleme sahiplik yapabilseydim. Sessizliğim yaşlanarak ayaklarını sürümeye başlayınca, gelmeyeceğimi anlıyor, tümden beyazlamış saçlarını yeni yetme bir delikanlı çabukluğuyla tarayıp, gülüşüne sevincin ışıltısını iyice bir sürdükten sonra, kucaklıyor beni. "Sen de çok kalma buralarda, köye mutlaka bir uğra." 

   Elini kapıya uzatıp itiyor hafifçe. Açılmıyor kapı, tekrar deniyor, kapı yine açılmıyor. "Bu kapının kolu nerede?" diye kızıyor. Yaptığı denemeler başarılı olmayınca, başlıyor iki eliyle kapıyı itelemeye. Her sonuçsuz denemesinden sonra yüzündeki öfke duvarı bir karış daha yükseliyor. "Yardım et bana, açalım şu kapıyı." Kıpırdamadığımı fark edince, öfke yıldırımlarının çaktığı bakışlarını bana çeviriyor, iki bucak iki üç adım geri çekiliyorum. 

12 Temmuz 2013

Bunaltı

21 Mart
   Uzun zaman onu düşünmedim. Günlerin geçtiğini duyuyordum. Gecelerle günler birbirine karışıyor. Yaşamamı çok başka yerlere sürükledim. Beyoğlu'nun başka yanlarına. Azalan acım günden güne beni rahata götürüyor. Yaşamamın bütün acı gerçeğini kabullenmeye hazırım. Gene de tamamen iyileşemedim; düşünerek kurduğum yaşamam için tam bir mutluluk umamam. Özentisiz, kendi çevresini kendi kurmaya çalışarak, durumu kendisi saptayarak. 
   Onu sevmeye, kendimden ayırmamaya başladığım zamanı anmak istiyorum. Tuhaftır, bana yakın olanı pek de umursamak istemezdim. Sonraları uzun boylu düşündüm bunu, bana yakın olanı, beni sevmeye geleni umursamak istemeyişim nerden geliyordu? Yalnızlık, bırakılmışlık, eskiden beri yerleşmiş içime. Niçin yerleşmiş?

10 Temmuz 2013

Dev Kısa Aşk - K

   “Kırılganlık nedir?”
   “Kırılganlık,” diye bakındı, aklına gelmişçesine “kırılmadan önceki zamanı beklemektir.”
   “Çok kaderci olmadı mı” diye çıkıştı, müstehzi.
   “Kaderci kırılganlık, kırılgan kadercilik…”
   “Beylik kelime oyunlarını geçelim bence,” deyiverdi “bi’ kalemde.”
   “Beklemektir gerçekten,”
   “…”
   “O kelime oyunlarının yanında parantez içlerinde hep bir şeyler söylemektir,”
   “Zorunluluk mu?”
   “Elbette, oynayan kelimelerin dağıttıklarını toplamak için” bir an duraksadı; “tutkal gibi,”
   “Kaçınılmaz mı diyorsun?”
   “Ben demiyorum lan,” sırıttı acı, “dokunmayı bırak kurduğun cümleyle yok edebileceğin bir şey tahayyül et…”
   “…”
   “Ortalığa çıkmış kırılmışlıkları pazarda satan orospuların yanında bir köşeye çekilmiş azizenin inzivası…”
   “O da biliyor çünkü kaçınılmazlığı.”
   “Evet,” dedi bu sefer gülümseyemedi ancak “işte hep o parantezlere mahkûm etmektir dünyada soluk alan her lânet insanı.”
   “Anladım sanırım,”
   “Bi’ bok anlamadın aslında, bir kadının boynunu sıyıran, adamın aklının ucunu deşip geçen, köşedeki adamın zerre umurunda olmayan parantezler işte.”
   “Belki kaçınılmaz değildir, ha?”
   “Kaçınılmaz değil, kaçamayan diyelim biz ona” kirp diye sustu, “kaçamayandır” dedi susmadı bu sefer hiddetlendi “dokunamadığın, erişemediğin, konuşamadığındır”
   “Yahut da parantezlerin demir parmaklıklar olduğu,”
   “Bir âleme sıkışmak, kaçamazcasına…”
   “Hayat narindir,” dedi aklındaki yer etmişti zaten, silkindi “gerçekten, hayat narindir…”



   İTC

28 Mayıs 2013

Televizyon

     (...)
   İki delikanlı ortadan yok olduktan sonra, acaba onlara daha önce Sofya'da bir sokakta filan rastladım mı, ya da bir kahvede gözüme iliştiler mi diye düşündüm, ama neye benzediklerini bir türlü anımsayamadım. Basbayağı, sevimli iki adamdı işte, davranışlarında da olağandışı bir yan yoktu; olağandışı olan şey benim evime bıraktıkları iki tel çubuktu. Yeni bir bulgunun sahibiydim, ama bunun yüzünden evim sorunlarla dolup taşıyordu. Şu kötü dünyamızda, televizyon yayıncılığında böylesine ileri, böylesine inanılmaz bir adımın atılabileceğine inanamıyordum. İkinci düşüncem, bunların dünya küresi dışından bir uygarlıktan olmalarıydı, ama başka dünyalıların bizim gezegenimize gelip de Yordan Radiçkov'un televizyonunu onarmak üzere evine damlayacaklarını, Aralık ayının sonunda gizemli bir biçimde görünmüş, yine öyle ortadan kaybolmuş bir köpekten söz edeceklerini düşünmek güç. 
   Bütün bunları bizim elektrik aracımızın taşlaması saymak yanlış olmaz sanırım; bir şey ne kadar karmaşıksa o kadar kusurludur. 

   Evet, bunlar doğu olabilirdi, yani içi boş televizyonum şu anda çalışıyor olmasaydı, bu bir yergi olabilirdi. Ama televizyon babırdanıp durduğu gibi, spiker de arada bir beni süzerek dış haberleri okuyordu Çocuklar birbirlerine bakarak yanıma oturdular, oğlan birşeyler söylemek ister gibiydi, kız gülümsüyordu. Önce oğlum sordu, sonra kızım, onların gençlik meraklarını doyurabilmek için elimden geldiğince çocuksu bir öykü uydurmalıydım ve sanırım düşsel olduğu için çocuklar onu sevdiler. İzin verin de, burada size de anlatayım. 

2 Mayıs 2013

Çarpışma

Çok da önemli olmayan bir sebeple, işçi liderleri Trafalgar Meydanı'nda bir miting düzenlemişti (nerelerde toplanma hakkının olduğu uzun yıllardan beri tartışma konusuydu). Burjuvaların şehir korumaları (bunlara polis deniyordu) bu mitingde her zamanki gibi kitleye sopalarla saldırdılar, kalabalıktan pek çok insan yaralandı, beş kişi de öldü; ölenler ya olay mahallinde çiğnenmiş ya da sopalardan ötürü hayatını kaybetmişti. Miting dağıtıldı ve yüzlerce kişi tutuklandı. Birkaç gün önce de, bugün artık varolmayan bir yer olan Manchester'da, bir miting benzer şekilde dağıtılmıştı. Böylece 'ders' başladı. Bu olay bütün ülkeyi siyasi bir kargaşaya sürükledi. İlgili makamlara tepki göstermek amacıyla yeni bir miting düzenlenmesine önayak olmak üzere başka mitingler de yapıldı. 

10 Mart 2013

Tamir

Ya Nur,
   Kendime sorup duruyorum: Parmağın iyileşti mi? Neden söylemiyorsun?
   Çin'de Gingko Biloba diye bir ağaç var. Ağaçlar arasında ilkel bir tür. Çinliler ona Yüz Kalkan Ağacı dermiş. Yüz tanenin yüzü de senin olsun. Tıpta kan dolaşımını hızlandırır - özellikle bacaklarda. Gingko Biloba. Telaffuz ettiğini duyar gibi oldum. O davudi sesinle. 
   Bir kadın mahkûmun kafasını nasıl kazıdıklarını yazmışsın - mektubun geçen hafta geldi. Ne hissettiğini biliyorum. Ellerinle ayaklarının zincire vurulması gibi - zincirlerden kurtulmayı öğrenene kadar. Bir hafta kadar sürer. Ama bunu yapan ellere duyulan nefretin sonu yoktur. 
   Sabahın üçü, belki sen de uyumuyorsundur. 
  Sandalyelerden biri kırıldı, bacakları ayrıldı, minderi oynuyordu, bacakları birbirine bağlayan yan çubuklar yerlerinde durmuyordu. 
   Eduardo üzerine oturmuş, okuryazarlığı artırmak hakkında konuşuyordu ki aniden sandalye kırıldı ve Eduardo kıç üstü yere oturdu! Gülerek parçaları toplayıp köşeye koyduk. 

5 Mart 2013

Dev Kısa Aşk - Ş


   “Şiir nedir?”
   “Bilmem nedir?” diye soruyu tekrarladı. “Ben anlamam ki şiirden...” diye ekledi.
   “Sen şimdi şiirden anlayanlar da öldü dersin?”
   “Muhtemelen” dedi gülümseyerek. “bu bana bi’ yerlerden tanıdık geliyor ama” duraksayıp devam etti yüzündeki gülümsemeyi incitmeden “e bu da çok amerikanvari olmadı mı?” diye sordu.
   “Amerikan filmlerini fazla izlememek gerek.”
   “Şiir; tam bir şeye birine sahip olacakken içinde yarın çekip gitme hissi uyandırandır...” dedi yüzüne alelacele geçirdiği ciddiyetle.
   “Yemişim amerikasını diyorsun?”
   “Hee,” dedi iki saniye dişlerini gösterdi “şiir budur, zordur da. Sevip de sevmemek gibidir. Çok mu abarttım dersin lan?” diye sordu sorusunu.
   “Ya amerikan ya arabesk?
   “Ulan sanki şiir yazmışlığın var?” diye çıkıştı tasdik almayan tümcelerine. “En azından denedim ben,” deyip duraksadı “belki ölmem gerek senin herifin lafına göre. Ölsem de bir b.ka yaramaz gibi ya!”
   “...”
   “Ayrılmak şiir değildir. Ayrılamamaktır,” sesi de kurduğu tümce gibi ağırlaştı birden. Dinlenmediğinin farkındaydı, başını kaldırıp karşısındaki adamın ardındaki tavanla duvarın kesiştiği yere dikti “yahut yağmurlu bir sabahta deniz kıyısında ayrılmamaktır...”
   “Sen bizim ‘şair’i de geçicen bu gidişle...”
   “Haddim değil, olamaz da...” bakışları aynı yerden kıpırdamadan “e bi’ sigara uzatmıycan mı hala?” (Gülümsüyordu ama o da ayrılmak üzereydi…)



   İTC

10 Şubat 2013

Ortaklık


Kendi hayatımız zar zor kavranılabilir görünürken, ötekilerin hayatı nasıl tahayyül edilebilir? Bir varlıkla karşılaşılır; bu varlığın nüfuz edilemez ve haklı gösterilemez bir dünyaya, gerçekliğin üzerine marazî bir yapı gibi yerleşen bir kanaat ve arzular yığınına dalmış olduğu görülür. Kendine bir yanlışlıklar sistemi uydurmuş olduğundan, hükümsüzlükleriyle zihni ürküten sebeplerden dolayı acı çekiyordur ve gülünçlüğü göze batan değerlere vermiştir kendini. Girişimleri fasa fisodan başka bir şey gibi görünebilir mi? Tasalarındaki hummalı simetri de bir boş söz mimarîsinden daha mı iyi temellendirilmiştir? Dışarıdan bakana, her hayatın mutlağı bir başkasıyla değiştirilebilir, her alınyazısı da -özünde yerinden oynatılamaz olmasına rağmen- keyfî görünür. Kanaatlerimiz bize havaî bir cinnetin mevyvaları gibi göründüğü zaman, ötekilerin kendilerine ve her günün ütopyası içinde çoğalmalarına duydukları tutku nasıl hoşgörülebilir ki? Falanca, tercih ettiği özel bir dünyanın için, filanca da bir başkasının içine hangi gereklilikten ötürü kapanır?

25 Ocak 2013

Dev Kısa Aşk - A


    “Aşk nedir?”
   “İstersen on tane seçenek belirleyelim,” dedi ama yüzü asıktı, “ondan sonra oylar, araların-dan birinciyi seçeriz” diye ekledi. 
   “Gerçekten sormuştum ben oysa,” ciddiyetini muhafaza ederek ekledi. “gerçekten.”
   “Diyalektiktir bazen,” kendisi de müteredditti.
   “Felsefe kısmında pek gözüm yoktu benim, öylesine sormuştum sadece” dedi cebinden bir sigara çıkardı, dudaklarının arasında bekliyordu.
   “Proleterle burjuvayı düşün,” tereddüdünü bertaraf ederek, camdan dışarı bakmaktaydı. “yahut da herhangi iki zıtlığı, geç onu ama; oradan şarka gidersin sen” gülümsedi anlık. “pro-leterle burjuvanın bileşimini düşün.”
   “Engels’in kemikleri sızlıyor herhalde,”
   “Hayır,” bir sigara da o çıkardı, “şiddeti, yıkımı bir kenara bırak, geriye kalanı tahayyül et-sene” sigarasını yaktı, sıkı bir nefesle harladı. “Tüm dünyayı şekillendiren muazzam bir tezadın bir anda yekpare olmasını düşün… Bir gecede!”
   “Aşk bir devrimdir?”
   “Onu çok önce söylediler,” dedi, gözlerini duvardaki saate dikti bu kez, “geç kaldık onun için; telifsiz, orijinal bir şey bulabilmektir belki de.”
   “Belki de…”
   “Arabalardaki kilometre sayacı gibi,” dumandan halkalar yapmaktaydı “yüzlerce kilometre gidip bir anda ‘sıfır’layabilmek, aynı yolları hiç bilmediğin gibi geçmek…”
   “Bu güzeldi hakikaten,” gülümsüyordu.
   “Bir fotoğrafa, günde üç bilemedin dört kez gereksiz bakma hissidir, eğer yeterince çocuk-laşabilirsen.”
   “Sakızlardaki tabirlere doğru gidiyor,” alaylı güldü, sigarasını söndürdü. 
   “Şıp sevmek değil bu, karıştırıyorsun” duraksadı, emindi artık “hele üstüne onlarca şey ya-zıp bir boka benzemeyenler hiç değil…”
   “Ben bunu bir yerden hatırlıyorum sanki…” devamını getirmedi. 
   “Küçük bir çocuğun öğretmeni tahtaya ‘What nationality are you?’ diye yazarken, arka sı-radaki ufaklığın ‘ay lav yu’ yazamamasıdır bazen…”
   “Öğrenememek, anlıyorum…”
   “Bilememek de bazen…” Aklından ezbere söylercesine “Dahası bir kadın ‘Valiente’ dedi-ğinde, ona zerre duraksamadan ‘Adelante’ diyebilmek,” dedi, sigaranın külleri yöresine dö-külmekteydi, ayaklandı birden…      "Adelante” dedi, aklındaki kadını yanı başında düşleyerek.



   İTC

3 Ocak 2013

Mola

Sağ işaret parmağını sol avucunun ortasına bastırdı. Etrafta ne bir hakem vardı ne de zenci basketçiler. Hâliyle anlaşılmadı isteği. Aldırmadı, içkisinden bir yudum aldı; elinde tüten meretten çekti. Olmayan masa hakemine bir daha aynı hareketi çekti. Hareketin allahı değildi; evden-işe işten-eve giden ve dahi akşam da televizyonda dizi izleyen hareketti sadece. O yüzden tutmadı, bir daha denedi olmadı. Hareketlerin ‘hareket’ olması için az zengin olmaları gerektiğini anladı. Küfretti, sonra hareketini çekti. Üç etti. Teknik faul. Saatine baktı. Su-geçirmez. Bira-sigara’yı sıradan geçirdi. Sigaranın sırt numarasına bakıp kendisine ‘centilmenlik dışı faul’ yazmak istedi. Sigara sırtını döndü, numarası yoktu. Onun da mecali. Zaten gayr-ı centilmenliğin müsebbibi de sigara değildi, kötülüklerin anası. Centilmence küfretti. Fısıldayarak. Yorulmuştu. Git-gellerden. Gel-gitmelerden ve hatta sabah ezanlarından sonraki git-gelme’lerden. Bu yüzden Atlantik’i seviyordu; sadece gel-gidiyordu. Yormuyordu da. Arzuladığı şeyi ‘Van’daki bir kahvaltı salonunda’ bulabileceğinden de emin değildi. Nitekim genel grevi sevmesi az biraz da bundandı. İnsan duruyor, ardından da naz yapmadan tüm makineler, tüm daireler ve tüm taşıtlar duruyordu. Aklı durmadı. Dursaydı'lı cümlelerin sınırından öte diyara baktı. Vururlardı. Tek isteği buydu: Zamansız – mekânsız – başka-biri-geçirmez.



İTC