انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

31 Mart 2012

Muntazam


    (...)
   Bir süre sonra buzdolabı fabrikasında 'Muntazam işçi' diye yeni bir şey ortaya çıktı. İşçiler muntazam çalışanlar, muntazam çalışmayanlar diye ikiye ayrıldı. Muntazam çalışanlara daha fazla saat ücreti verildi. Muntazam olmayan işçilere her ödemede muntazam lafından sinir geldi. Sinirlenen işçilerden biri bu lafı ağzında evirip çevirip diliyle hart diye kesti. 'Muntaz' diye bir laf işçi dilinde küfürler arasına geçti. 


   İşçiler daha hızlı
   Uçaktan daha hızlı
   Çalışın daha hızlı
    
            Elim ayağımdan önce
            Uzanırsa prese?
            Parmaklarınız kopar
            Üstüpüye kan dolar

   İşçiler daha hızlı
   Uçaktan daha hızlı
   Çalışın daha hızlı

   Bay İzak'ın yeni müdürünün okumak için gittiği uzak ülkeden geldiği 'Daha Hızlı' şarkısı buzdolabı fabrikasında çalışan işçilerin kulaklarını sabah akşam cırnakladı. Muntaz seçilen en işçi diğer işçilerden daha fazla saat ücreti almaya başladı. Muntazlar güle söyleşe, muntaz olmayanlar söve eğleşe yoğurt kaplarının üstüne eğildi. Muntaz işçilerin de çok muntaz olanı, az muntaz olanı vardı. Çok muntaz olanlar az muntaz olanlardan daha fazla saat ücreti alıyordu. Çok muntaz olanlar ve çok saat ücreti alanlar yoğurtları çabucak bitirdiler. Bantın başına geçtiler. Az muntaz olanlar ve çok muntazlara göre az saat ücreti alanlar onların arkasından dizildiler. Muntaz olmayanlar eğildikleri yoğurt kaplarının üstünde göz göze geldiler. Ağız ağıza verdiler. "İkramiyeden yoğurda dönenin boğazında kalsın lan," dediler. Yoğurtları yemediler. Kaşıkları koltuklarının altına sokup oturdular. Yeni müdür oturanların başına gelip dikildi. Tüy gibi yumuşak bir sesle işçileri yoğurda buyur etti. İşçiler yoğurtların kaymaklarına kaymaklarına pıskırıp güldü. 

24 Mart 2012

Pes

V

   Üçüncü sınıf bir lokantaya girdim, tavuk, pilav söyledim. Portekizli kara bir işçiyle yan yana yiyoruz yemeğimizi. Aynı yemekleri yedi benimle, aynı şarabı içti, kalktı. Korkunç sevindim buna. Dünyanın her yerinde insanlığın akı olan sıradan insanların demlendikleri, yiyip içtikleri, insanı insan eden yerler var: Lizbon'da bu, adım başına var. Bilemeyeceğim bir insanlık kokusu var Lizbon'un. Bir o kadar da cinsellik! Kendiyle, insanlarıyla yaşamayı öğrenmiş bir kent Lizbon. Kokular bunu gösteriyor. ('Bütün kokular yönlendirir yaşamımızı.')

   Sabahleyin kent uyurken, kenti dolaşıyoruz seninle. Hem ben ne zaman seni düşünsem yanımda yürür bulurum seni. Bir kuş neredeyse sürünerek geçti bana. Kutu kutu Lizbon. Eskiyle yeni yan yana. Şu açık: Hiçbir şey geçmişini koruyamamaktadır. Dünya yeni bir dile doğru gidiyor. Eski dünyanın üstüne bu yüzden kusuyordun sen. Şimdi bir kahvede (A Bresilieria) güneşler içinde Pessoa'yla yan yana oturuyoruz. Larga Carres alanında. Burayz gelmek için nice eski mi eski sokaklar teptim, tepeleri, vadileri sırtlandım, öyle geldim. Pessoa'nın yontusu iki adım ötemde, ayak ayak üstüne atmış şapkasının altından bakıyor. Pessoa'yı seninle hiç konuşmadık. Yaşarken adıyla hiç kitap yayınlamadı. takma adlarla yetindi. Otelden otele taşındı durdu, içi el yazılarıyla dolu koca bavullarıyla. Şimdi işte burada oturuyor, her zaman oturduğu yerde. Ve ynı boyda, posta: Dünyada ne idiyse öyle. Benim kendime dayanılmazlığım biter tükenir şey değildir. Ben kentleri şairleriyle severim, öyle var olurlar bende. Paris, Lautréamont'du, Sade'dı. Roma, Dante'nin el yazıları; Venedik, Ezra Pond, saymaya kalkmayayım. Bağışlar, ey boynu vurulmuşum!


20 Mart 2012

Cehennem


Cehennem Haziran'ın altısında yeni bir kanat açtı ve insanın alanına, şehvetli özlemlere doğru genişledi Kanada çapındaki ve müşteri dostu stratejileriyle bir alışveriş merkeziyle birlikte.  

"Makul fiyatlı ürünler ve tüm cehennemî ihtiyaçlarınızı karşılayacak ücretsiz park yeri."

Kırmızı kurdele Martin Luther, Gandhi ve Mussolini tarafından kesildi saat tam altıda destansı boyutlarda yayınlanan bir televizyon seremonisinde. Hepsi Günlük İblis ve Cehennem Gazetesi'nden kameramanlara gülümsüyordu, aleve sarısındaki bina her yaş ve inançtan tüm günahkâr müşterilerin hizmetine sunulurken. 

Maalesef CEO açılış için orada olamadıysa da ruhu park yeri üzerinde kesif bir şekilde yayılmıştı. 

Shamka, Arap tezgâhtar, en geniş tebessümüyle gülüyordu tüm müşteriler döner kapıdan sülfür-kokan, muzik-dolu alışveriş merkezine süzülürken. Garip bakır bozukluklar ve odun kömüründen çek defterleriyle donanmış hâlde, mütemadiyen İblis'in en iyi indirimlerini arıyorlardı. 

Tırmanma becerileri ve mutlak bir yükseklik korkusu yokluğu gerektiren zebanî raflarda her şey düzgünce istiflenmişti. Birçok müşteri daha oradayken mutluluk ummayı kesmiş, bozuklukları iade ederek yüzeye gerisin geri sürünmüştü - Bağımlı, loş ve kendilerinin yol açtığı bir itibar kaybında boğularak. 

Artta kalanlar da nihayetinde kayboldu ve kendilerini çaresiz bir şekilde acil çıkışı ararken buldu. Bunun olmadığını anladılar ve orada bozuklukları toplanırken çek defterleri lime lime yırtıldı. 

Şans eseri, hepsinin kredi kartı vardı. 



18 Mart 2012

Mıh

   (...)
   "Were halo, bêje çi dixvazî?.."
   Dayımın dükkânında birinci dersim, körük çekmek, ikinci dersim de bu cümleydi: "Gel dayı, söyle ne istiyorsun?"
   Onlar, göz ucuyla şöyle bir boyumu süzer, sesime, çağrıma pek kulak asmazlardı. Yanıbaşımızdaki hana girerlerdi. Orada atlarını, eşeklerini cimri mi cimri olan han sahibi Pinti Hacı'ya teslim ederlerdir. Hacı atları, eşekleri, avludaki duvara çakılı sayısız çengellerden birine yularlarından bağlardı. Hacı'nın olmadığı zamanlar, yani ölü fiyatına hurda demir toplayıp sonra birkaç misli fiyata hanın çevresindeki demircilere satmak için ayrıldığı zamanlar, görevini nalbant Sabro yapardı. Nalbant Sabro, iyi bir nalbant olmasının dışında pek de matah bir insan değildi. Genelde Papaz Arsen'in sözlerini ters yorumlardı. Onun 'içme' dediği zamanlar sarhoş olur, "kiliseye gel günahların için Tanrı'dan bağışlanmanı dile" dediği zamanlar ise, evine dönerken kilisenin sokağından geçmemek için yolunu değiştirir, başka sokaklara sapardı. 
   Ben Hacı'nın hanına girip çıkanlara, gelen geçen köylülere ha bire 'Were xalo' der dururdum. Bazen sesime, çığırtkanlığıma kulak verip bir şeyler söyler, bir şeyler satın almak isterlerdi. Basit olanlarını anlardım. Önümde duran mıhları göstererek sorarlardı: 
   "Çıqas?" 

11 Mart 2012

Müdavim

       (...)
   1992 Nisan'ının altısında, profesör Lojze'nin ölümünü bildiren bir haber, Kvarner'in penceresine tutturuldu, hemen yanında Jarcedole'e atılan ilk kovanlar hakkında haberler vardı. O gün müdavimler içmekten çok konuştular. Mühendis Edo, futbolcu Velija, paraşütçü asker Meho, rulman Mirso ve hırsız Stevo ayık kafayla politik durumu incelediler. Sonunda Que sera, sera* dediler. Fakat külhanbeyi Mato, belki de profesör Lojze'nin, geleneksel yoldan, sirozdan ölen son ayyaş olabileceği tespitini yaptı. Diğerleri omuzlarını silktiler. 
   Hemen sonra Yürekli Mişo kapıdan içeri girdi. Her zamanki masasına oturdu ve bir sigara yaktı. "Bu maç yüz bir raund sürecek," dedi dişlerini sıkarak. "Anladınız mı? Tramvaylarla ya da apartkatlarla veya sizin iplememenizle nakavt olacak değilim. Beni asıl öldürecek şey bu!"
   Göğsünün soluna üç kere vurdu ve oradaki herkese anlamlı anlamlı baktı. 
   "Mişo deli değil," diye devam etti. "Ve kalplerimizin kaslardan oluşması da boşuna değil. Hepinizin buraya geldiğimde neler düşündüğünü biliyorum. Beni içeri almaya devam ederseniz, bir dahaki sefere kapıdan Yürekli Mişo değil, Çetnik Mişo girecek. Hepinizin canı cehenneme! Nerede olduğunuz, etrafınızda neler olduğu şimdi aklınıza geldi, askerler bıçaklarını bilerken siz bana içki ısmarlamak için kavga ediyordunuz. Şimdi de buradan kalkan en son treni yakalayamadığınız için Mişo'yu suçlayacaksınız. Devam edin, kafamı ezin - böylece daha sonra neden yapmadık diye dertlenemezsiniz. Ve hepinizin canı cehenneme!"
   Yürekli Mişo yüzünü elleriyle örttü. Diğerleri sessizdi. Sonra barmen Zoka beceriksiz bir şekilde mırıldandı,  "Lanet olsun, Mişo, ben de bir Sırbım."
   Cevap vermeyince, futbolcu Velija ayağa kalktı ve omzuna hafifçe vurarak Mişo'ya bir şey söylemeye hazırlandı. Fakat çok geçti - boksör Velija'nın üstüne atladı ve yaradana sığınıp ona, Bosna'da daha önce benzerine rastlanmamış bir yumruk attı. Futbolcu Velija yere düşüp yığıldı.

10 Mart 2012

Sürgün


Evinde yalnız bir aşık, çölde bir damla su
Garip bir görev ve yalnız bir yabancı gibi
Zaman sessiz bir iğne, hayat bir dantel
Yarışta sakat bir atlet, kader pusuda beklerken

O bu günü yaşıyor
Dünü unutmaya hevesli, aklında bir silahla

Sokakta aç bir kurt, kaypak bir yan sözünde
Kör bir umut ve anlamsız bir fal var öyküsünde
Zor bir soru için güvensiz bakışlar
Basit bir sırrı var, ama hiç cesur değil anlatmaya

Kaybettiği bir şey yok, kazandığı hiç bir şey
O arsız bir sürgün içindeki zindanda..



Kargo, Sürgün

8 Mart 2012

Engel

   Erkekler, kendilerini ve dişi olmadığına inandıkları (örneğin, "sempatik" psikanalistler ya da "Büyük Sanatçılar") akla gelebilecek her erkeği, Tanrının elçileri dışında, horgörür ve onlara saygı duyan, yaltaklanan bütün kadınları da hor görür; güvensiz, onay arayan, yaltaklanan bütün eril dişiler kendilerini ve kendilerine benzeyen kadınları hor görür; kendine güvenen, hareketli, heyecan arayan dişi dişiler ise erkekleri ve ona yaltaklanan eril dişileri hor görür. Kısacası hor görme günümüzün düzenidir. 
   Sevgi, bağımlılık ya da cinsellik değil, dostluktur ve o yüzden iki eril arasında, bir erille bir dişi arasında sevgi olamaz. Biri ya da ikisi akılsız, güvensiz eril yaltakçısı olan iki dişi arasında da varolamaz sevgi. Konuşma gibi sevgi de yalnızca güvenli, serbest hareket edebilen, bağımsız, hoş iki dişinin arasında gerçekleşebilir çünkü arkadaşlık hor görmeye değil saygıya dayanır.

2 Mart 2012

Ayakkabı

      (...)
   Biz gene ayakkabıcımıza dönelim. Bildiğimiz gibi ayakkabıcı, para artırıp atölyesini yeniden açmayı düşünmektedir. Bu proleterleşmiş ayakkabıcı çalışır ve para artırmanın çok zor olduğunu görür, çünkü ücreti ancak varlığını sürdürmesine yetmektedir. Ayrıca ayakkabıcı, özel bir atölye açmanın öyle görüldüğü kadar çekici olmadığını da fark eder; kira ödeme, müşterilerin kaprisleri, para darlığı, fabrikatörlerin rekabeti ve benzeri zorluklar... kendi özel işinde çalışan bir ustanın başında bu kadar dert vardır. Buna karşılık proleter, böylesi dertlerden göreceli olarak daha çok kurtulmuştur, onu ne müşteri ne de kira ödeme rahatsız etmekte, sabah fabrikaya gitmekte akşam "kaygısızca" evine dönmekte ve cumartesi günleri gene aynı kaygısızlıkla "para zarfını" cebine atmaktadır. İşte burada, ayakkabıcımızın kanatları ilk kez kırılır ve burada ruhunda ilk proleter özlemler uyanır. 
   Zaman geçer ve ayakkabıcımız aldığı paranın en gerekli şeyleri karşılamak için bile yetersiz olduğunu, bir ücret artışına son derece gereksinme olduğunu görür. Aynı zamanda da, mesai arkadaşlarının bazı birliklerden ve grevlerden söz ettiklerine dikkat eder. İşte, burada, ayakkabıcımız, durumunu düzeltmek için özel bir atölye açmanın değil, işverene karşı mücadele etmenin gerekli olduğunu kavrar. Birliğe girip, grev hareketine katılır ve kısa bir süre sonra sosyalist düşüncelerin etkisi altına girer.