انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

2 Nisan 2017

Suçluluk

   (...) Bir zamanlar aynı projede üzerinde çalışırken ikimizin de amiri olan şef, bir hafta boyunca uğraştığı bir işin aslında ne kadar saçma olduğunu söylemiş ve pek de nazik olmayan bir şekilde uyarmıştı Melih'i. Yemeden içmeden kesilmiş; yaptığı işi, daha sonra kendisini, ardından hayatı sorgulamıştı. Yolda bile suçluluk hissiyle yürüyor, kaldırımda yol verme görevinin hep kendisinde olduğunu düşünerek ürkek adımlar atıyordu. Haberi yoktu bundan, ama bana sorarsanız öyleydi. Annesine ekmek alırken bile hayata kendisini affettirmek için, diğer tüm ekmeklere de dokunarak en tazesini seçmeye çalıştığından emindim. Ben böyle bir suçluluk duygusunu otobüs sırasında önüme geçen adama küfrettikten sonra yaşayabilirim. Olur da Melih, otobüs kuyruğundaki aynı adama küfür ederse - ki bunu yapabilme ihtimali benimkinden çok daha fazla - aldığı karpuzun içinin boş olduğunu fark ettiğinde manava duyduğu kızgınlık kadar olurdu. Pişmanlık hissiyle kandırılmışlık duygusu arasında bir denklik kurulamaz, diyorum kendi kendime. Elmayla armut toplanmaz.

22 Mart 2015

Saat

   (...)
   Her hafta bir iki defa Mümtaz'la buluşmasını genç adam için olduğu kadar kendisi için de kâfi  buluyor, fakat bu saadetin Mümtaz için nelere mal olduğunu hiç düşünmüyordu. 
   Mümtaz'ın günleri garip ve zalim bir bekleyiş içinde geçiyordu. Taksim'deki apartıman küçük ve güzeldi. Mümtaz bu ikinci ikametgâha kitaplarının bir kısmını taşımıştı. İstanbul'a inmediği geceler orada kalıyordu. Böylece Nuran'a göre Mümtaz, çalışabileceği bir yerde, kendi evinde idi. Onu gelip gördüğü zamanlar, işinin arasında gelip görmüş oluyordu. 
   Nuran böyle düşünmekle Mümtaz'ın neye mahkûm ettiğini düşünmüyordu. Düşünse bile bir şey yapamazdı. Kendince güç gördüğü şeyin karşısında bütün hamlesi kırılan kadın ruhu çoktan beri bu münasebeti Mümtaz'ın hatırı için devam ettirdiği düşüncesini ona vermişti. 
   Bu yüzden Mümtaz'ın günleri iki oda ile bir holün arasında tek başına beklemekle geçiyordu. Nuran çok defa ya vaktinde gelemez, gelse bile bu geliş kısa bir uğrayıştan ibaret kalırdı. Ve Mümtaz onu kaçırmamak için bazen bütün gün, bazen de Nuran'ın gelmesi ihtimali olmayan saatler hariç, üç dört gün üst üste evinde beklerdi.

1 Kasım 2014

Karşılık


   Necmi fırçayı boya kutusuna vurup gürültü yapmaya başladı. Kalabalıktan biri duyar da pabuçlarını boyatır, belki diye. Bu akşam rakı param çıkmayacak. Gözleri, karşı kaldırımda dikilen Olcay'a takıldı. Kız güzel, güzel ya neşesiz. Şu kibar kızların çoğunda ölü kaldırıcı suratı var nedense. Birlikte büyüdüğü, oynaştığı çingene kızlarının hepsi neşeliydi. Gülmeyeni, küfür etmeyeni, düğünlerde, sünnetlerde oynayıp türkü söylemeyeni yoktu. Bu Türk kızları böyle, kefe gibi ağır olurlar. Bunlarda böylesi makbul. Al bunları, boynuna bağlayıp denize atla. Öbür dünyaya asık suratla gitmek için bundan iyisi olmaz. Ulan güzel kızsın, gülücen de pulların mı dökülecek? Vallaha akşam eve döndüğümde benimkini bunların suratıyla bulsam bohçasını eline tutuşturuveririm. Sen bu suratı çamaşıra gittiğin hanımlar aybaşı bezlerini yıkattıkları zaman, onlara takın, diye eşeğe bindiriveririm, hadi yallah! Ama bunlar böylesini beğenir. Necmi, sokak köşesinden, gelen geçeni seyrede seyrede, insan suratları hakkında düşünceler edinmişti. Adamın suratından pabuç boyatıp boyatmayacağını, nekes olup olmadığını şıp diye anlardı. Gülen adam, bir kez eli açık olur. Bu asık suratlılar, aslında cimri soyudur. Ve çoğunluktadırlar. İşte bir gülmeyi bile esirgeyen adam, parayı haydi haydi esirger. Bu sokaktan geçen şehirli kısmının çoğu hiçbir şeyi karşılıksız yapmaz.

26 Eylül 2014

Çorap

Yağmurlu bir Cuma akşamı hâlâ kayıp olandı. İki gün geçmesine rağmen, ardından kimse endişelenmemiş, bir allahın kulu eski-karakol yeni-polis merkezine ihbarda bulunmamıştı. 'Uçucu' zamanlardaydı ve kaybolmuştu. En klasik romanlardaki karakter tasvirini müteakip salt siyahtı, kaşı, boynu ve bedenine ilişkin ayrıntısı yoktu, topuk kısmındaki eskimişliği hariç. İki gün önceydi oysaki, kendi çiftiyle yaptığı gibi, kapladığı bedenin bir olmak için öykündüğü karşıdaki bedenin, ışık hızı olmasa da, ses hızına rakip olabilecek şekilde soyunduğu. Yere atılmış olması hiç önemli değildi; lisede Kafka'yı okumuş, üniversitede anlamış, parmak yerleri ağarınca da özümsemişti. Bir ara kendine sokulan beyaz külotlu çorabı fark edip umursamaması bundandı. Zira eşini kaybetmişti. Oysa 'kaybetmek' denen şeyi oldu olası anlayamamıştı. Atıldığı yerde, o tenine vâkıf olunmak istenen için hazırlanmış tişört ve pijamayla konuşmayı acizlik olarak görüyordu. Kanepe kolluğunda hâllerinden memnun, akışlarını tutturmuş ve dünyanın geri kalanıyla asgarî samimiyette ilişki kuruyorlardı. (Ruh olmasa da) eşini kaybetmiş kara ise yapayalnızdı. Atıldığı odanın ışığının yanmamasını ise yukarıdan bir faks olarak addetmesi gerektiği konusunda karamsardı. Eşini kaybetmiş her varlık gibi onun da bir yerlerde olduğunu biliyordu. Lânet olsun, bu evin ötesinde olamayacağını, iki çift ayağı bu eve güç bela sarhoş ve feci âşık getirdiklerini unutmuş olamazdı. "Aynı iki 'şey' hadleri belli olan bir mekânda kaybolabilir miydi?" diye çok sormak istedi beyaz tişörte. Çok beyazdı. Hava romantizme müsait, romatizmaya teşneydi. Eşi yoktu. Aynı mekânda varken, yoktu. Odadakilerin duymasına ve eprimiş topuklarındaki sızıya aldırış etmeden "Aynı mekâna mahkûmken bir çift nasıl birbirini kaybedebilir?"di, kaybolanın kendi mi eşi mi olduğunu bilemeden."



İTC

5 Eylül 2014

Mezartaşı


Üstüne peygamberlerin yazdığı duvar 
çatlıyor sıva yerlerinden. 
Ölümün aletleri üzerine 
Günışığı ışıl ışıl parıldıyor. 
Her bir insan parça parça olduğunda
Kâbus ve düşler ile,
Kimse bırakmayacak defneden çelengi
Sükût boğduğunda çığlıkları. 

Karmaşa yazacak mezartaşım.
Sürünürken ben çatlak ve dökük bir yolda
Eğer başarabilirsek hepimiz arkamıza yaslanıp gülebiliriz. 
Fakat korkarım yarın ağlıyor olacağım,
Evet korkarım yarın ağlıyor olacağım.
Evet korkarım yarın ağlıyor olacağım.

Kaderin demir geçitleri arasında
Zamanın tohumları ekilmiş
Ve sulanmıştı ahdlerince 
Bilenler ve bilinenlerin. 
Bilgi ölümcül bir dost, 
Kimse kuralları koymazsa.
Tüm insanlığın kaderi, görüyorum,
Ahmakların ellerinde.

Üstüne peygamberlerin yazdığı duvar 
çatlıyor sıva yerlerinden. 
Ölümün aletleri üzerine 


Günışığı ışıl ışıl parıldıyor. 
Her bir insan parça parça olduğunda
Kâbus ve düşler ile,
Kimse bırakmayacak defneden çelengi
Sükût boğduğunda çığlıkları.

Karmaşa yazacak mezartaşım.
Sürünürken ben çatlak ve dökük bir yolda
Eğer başarabilirsek hepimiz arkamıza yaslanıp gülebiliriz. 
Fakat korkarım yarın ağlıyor olacağım,
Evet korkarım yarın ağlıyor olacağım.
Evet korkarım yarın ağlıyor olacağım.



King Crimson, Epitaph
Çeviri: İTC

13 Temmuz 2014

Çıkış


   (...)
    Ne yazacağımı bilmiyorum. Saatin tiktakları da kulağımın dibinde. Alıp pencereden dışarı fırlatmak istiyorum. Bu korkunç ses, zamanın akışını beynime çekiçle vuruyor!
   Bir haftadır kendimi ölüme hazırlıyordum. Ne kadar yazı ve kâğıdım varsa, tümün yok ettim. Kirli eşyalarımı, benden sonra kontrol edip de kirli bir şey bulmamaları için uzağa attım. Beni yataktan çektikleri ve muayene için doktor geldiği vakit şık olayım diye yeni satın aldığım elbiseyi giydim. Kolonya şişesini aldım, güzel kokması için yatağa serptim. Fakat yaptığım işlerden hiçbiri sonuca varamadığından bu defa da tatmin olmuş değildim. Çıkmaz canımdan korkuyordum. Bu imtiyaz ve üstünlüğü kolay kolay kimseye vermezler. Hiç kimsenin böylesine ucuza ölmeyeceğini biliyordum. 
   Yakınlarımın, akrabalarımın resimlerini çıkarıp, bir bir baktım. Her biri kendi gözlemlerime uygun olarak gözümün önünde canlandılar. Onları hem seviyor, hem sevmiyordum. Hem görmek istiyor hem de istemiyordum. Hayır, hayır, onların hatıraları devamlı gözümün önündeydi. Fotoğrafları yırtıp paramparça ettim. Gönülden bağlılığım yoktu. Kendi kendime karar yürüttüm. Gördüm ki şefkatli bir insan değilmişim. Ben, katı, haşin ve nefret etmiş bir insan olarak yaratılmışım. Belki böyle değildim de, bir dereceye kadar yaşam ve zaman beni böyle yaptı. Ölümden de hiç korkmuyordum. Aksine beni ölüm mıknatısına çeken bir delilik bende belirmişti. Bu da yeni değil. Bir hikâye aklıma geldi. Beş altı yıl öncesine ait. Tahran'da bir gün sabah erkenden attardan esrar satın almak için Şahâbât Caddesi'ne gittim. Üç tümenlik banknotu önüne bırakarak "İki kıranlık" esrar dedim. O, kınalı sakalı ve başındaki takkesiyle salavat gönderiyordu. Gözucuyla bana baktı. Sanki kıyafetlerinden insanı tanıyordu ya da düşüncemi okumuştu ki "bozuk param yok" dedi. İki kıran çıkarıp verdim. "Hayır satmıyorum" dedi. Sebebini sordum. "Siz genç ve cahilsiniz. Allah göstermesin, esrarı içiyorsunuz, ama çarpabilir" diye cevap verdi. Ben de üstelemedim.

1 Haziran 2014

Ayrıntı

   Cemal Süreya, 'Ölüyorum tanrım / bu da oldu işte' demişti, bir şiirinde. Gidildi dönüldü. On yedi gün geçti. Dilime pelesenk kaç gündür, dönüşler dönüşsüzlüğe dönüşecek. Her uyanış kabir azabı. Dün yine korkunç boyutlara ulaştı iç sıkıntım. Kızılay'a inilecek ya gözümde büyüyor. O insan kalabalığının içinde yürümek bela. Sıcak bir yandan. Tatile götürdüğüm biricik poplin pantolonumun sigara yanığı minnacık deliğini ördürmem gerekecek örücü Arif'e. Günlük ayrıntılardan kaçınıyorum habire. Gülten yineleye yineleye yaptırıyor, ama suratımdan düşen bin parça. İkinci önemli iş, bozuk para çantamın iç astarı yırtık, onartılacak. Çakmağıma gaz doldurtulacak. Gülten'in ütü için kullandığı fısfısının yayı bozulmuş, rica etti yenisi alınacak. Sigaram bitti. Pencereler toz içinde. Silmeyeceğim. Oturup iki satır yazayım, diyorum, NİÇİN'e yanıt yok. Hem bir tehlike daha var. Kızılay'a indim mi, mutlaka Sakarya Caddesi'nde sözünü ettiğim biraevine uğramadan edemiyorum. En az iki arjantin fıçı bira, bir patates tava. Sıcakta tümden başıma vurduğu halde.

29 Mayıs 2014

Kurtuluş

   (...)
   Söylediklerimin ona pek karışık geldiğini, muhtemelen çoğunu anlayamayacağını biliyordum, fakat esası kavrayacağına emindim. Tahminimde yanılmadım. Liza'nın yüzü kâğıt gibi oldu; konuşmak istedi, ama dudakları ıstırapla kıvrıldı ve ayaklarına bir balta yemiş gibi iskemleye çöktü. Ondan sonra beni ağzı açık, bakışları sabitleşmiş, bütün varlığını saran dehşetten titreyerek dinledi. Sözlerimdeki arsızlık, hayasızlık onu ezmişti... 
   Yerimden fırlayıp önünde bir aşağı bir yukarı odayı arşınlamaya başladım. Bağıra bağıra:
   - Kurtarmakmış! diye devam ettim. Neden kurtaracakmışım seni? Belki ben senden de fenayım. Niye o gün karşına geçmiş maval okurken suratıma, "Ya senin ne işin var burada? Ahlak hocalığı taslamaya mı geldin? diye haykırmadın? O gün bütün istediğim, bir kuvvet gösterisi yapmaktı; seni ağlatıp ezmekten, buhrana sürüklemekten başka düşündüğüm yoktu. Ama miskin, mendeburun biri olduğum için dayanamadım, korktum ve şeytan bilir hangi sebepten sana adresimi verdim. Daha eve varmadan bu adres verme işi yüzündne sana içimden ne sövgüler yağdırdım. Sana yalan söylediğim için senden nefret ediyordum. Çünkü tek istediğim kelime oyunları yapmak, kafamı biraz çalıştırmak, biraz kendimi eğlendirmekti... aslında

25 Nisan 2014

Mevki

   Muhtelif karakterde ve ırkta, ayrı düşünüşte insanları, başka başka cinste hayvanlarile bir yerden bir yere göç eden büyük bir "sirk" gibi, Ankara ekspresi de dört sınıf insan taşır. Üçüncü mevkiden yolcu ile ikinci, ikinci ile birinci, nihayet bütün bunlarla yataklı vagon yolcusu arasında -karakterleri ve düşünüşleri itibarile- dağlar kadar fark vardır. 
   Vagon restoranda kafa kafaya veren kalın enseli, iri göbekli adamlar, Sakarya kıyılarında bir boyunduruktan kurtuluş uğruna kanlarını akıtanların hâtırasını bayağılıklarile kirletmekten çekinmezler: Bankalardaki dolu kasalarına yenilerini katmak, apartmanların yanıbaşlarına daha yükseklerini dikmek için binbir dalavere düşünür, binbir dolap kurarlar. Bunların arasında küçük bir tavassut rolile milyonluk bir işten birkaç yüz bin lira komüsyon alan, apartmanlar kuran, içtimaî mevki temin edenlere sık rastlanır. 
   Birinci mevki kompartımanda, herhangi bir suiistimalden sonra kaybettiği mevkiinin iadesi için "İltimas" aramağa giden ve seksapelinin tesirinden istifade kaygısile karılarını da birlikte götüren adamlar görürsünüz.

19 Şubat 2014

Miranda

Ada sahili sabah sessiz
Yalıçapkını, sarı kum, deniz
Gün yüzü görmeyen bizler
Geçmişe dönmek isteriz

Gün dönerken yine suskunuz
Koca gökyüzü, derin okyanus
Akşamları bembeyaz güller
Buz gibi, buz gibi eller

Ah Miranda
İçimizde kalmalı her şey
Karşı koymak ikimiz için de imkânsız
Yeni bir gün, yine sensiz.

Siyah elleri gecenin örter
Gizil aşkları, pelerin gibi
Ay doğar, gemiler geçer
Miranda beni bekler



Turgut Berkes, Miranda 

16 Şubat 2014

Acı

Unutulmak istemiyorsanız, insanlara acı verin. İnsanlar, kendilerini mutlu edeni unutur, acı çektirenleri hatırlar. Bu zehirli bilgi işime geldi. Unutulmak istemeyen ben, böyle yapacaktım. İnsana güveniyorum ben. Beni yanıltmayacak, hatırlayacaktır. Sonsuzluğun ipini tutmuş olarak başlıyorum. Ayrıca şuna da güveniyorum: insan denen yaratık, kendisiyle ilgilenmeyenle ilgilenme kapasitesine sahip değil. Kim onun içine elini sokar ve kantırtırsa kalbini, bunun ne anlama geldiğinin, başına gelenin ne olduğunun anlamını kavramak için durmaksızın uğraşıyor. 
   Beri yandan şunu da biliyorum: insan unutamayan bir canlı. Bununla, uygarlığımızın arkasındaki anlamın hatırlamak olduğunu söylemeye çalışmıyorum. İnsan mutlu zamanlarını unutmaya teşne, mutsuzluklarını hatırlamaya ve durmadan bunları yaşamaya doğru eğimli, bayılıyor. Baygınlıklar içinde kıtlığı, açlığı, zorbalığı, işkenceyi, üzüntüyü hatırlıyor. Sel basınca ve çığ düşünce, bunu şehvetle anıyor hatırlıyor. Bunun için türküler yapıyor, kulaktan kulağa, nesilden nesile felaketin varılmasını sağlamaya çalışıyor. (Bütün bunlarda hayatta kalanın sesini dinleriz aslında. Ölenlere ağıt yakabilmek için yaşıyor olmak gerekir. Ağıtlarla yüceltilen ölüm değil, ağıt yakabilmek için yaşamaktır, geride ve hayatta kalmaktır) acıyı böyle biriktirebilme kudreti onu hayvandan ayırıyor. İnsanda acı için uygun-bitek bir toprak bulunuyor. Durmadan da zenginleşiyor bu toprak. Geçmiş çağların acı taşkınları, bu toprağı eski bilinçlerden yeni bilinçlere taşıyıp biriktiriyor, acı alüvyonları halinde yeni nesillere geçiyor. Yeni çekilen acılar bu eski çekilen acıların zemininde, onlara sarmalanarak yükseliyor. Böylece her nesil daha çok acı çekmek zorunda kalıyor hem eski zamanların acılarını hem de kendi paylarına düşeni. Eski acıları çeken kuşakların gelecekten intikamı bu. Kolayca unuttuğumuz mutluluk üzre var olsaydı