انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

22 Temmuz 2012

Pazar

   (...)
   Gülümseyerek teşekkür etti kız. Kaldırımdan indiğimde, başörtülü yaşlıca bir kadına rastladım. Orada dikiliyor, elindeki erkek çoraplarını satıyordu. Şehrin her yanı çorap satıcılarıyla doluydu. O kadar ucuzdu ki çoraplar "hemen delinse de ziyanı yok, atarım" diye düşünüp alıyordunuz. Nitekim sokaktan aldığın çoraplar hemen deliniyorlardı, dükkândan aldıklarımın çoğu da. 
   "Üçü bir milyona."
   Yaşlı kadından üç çorap aldım, bir milyonu verdim. 
   Birkaç kez teşekkür etti kadın. Sonra da "Allah senden razı olsun" dedi. Sonra bu duayı, ona çok büyük birşey bağışlamışım gibi bir daha tekrarladı. Şaşılacak bir yumuşaklıktaydı. Dua onun ağzında, dilencilerin ağzındaki gibi değildi. Zaten yaşlı kadın dilenci değildi Ya bu dünyada yalnız kalmıştı, kendi kendini geçindiriyordu ya da çocuklarına, belki de torununa, torunlarına bakıyordu.

O çoraplardan birini İstanbul'dayken giydim. Birini de yurtdışına giderken yanıma aldım. Kaçıncı defadır yıkayıp giyiyorum, delinmedi.

17 Temmuz 2012

Çekirge


   Lânet bacadan nasıl düşüverdiğimi anlamamıştım. O olsa, "Bacanın tepesinde ne işin vardı ki?' derdi, ama yoktu. Nitekim düşenin dostu olmuyordu, aslen sıçrayanın da. Zıplayarak indim ben de. Bilmem kaç katlı binanın aşağısına doğru. Kapılar kapalı, ışıklar sönüktü. Hareketlerimi algılamayıp da yanmayan ışığa da tepem attı. Zıplayarak indim merdivenleri (...Zıplayarak ineceksin bu merdivenleri). Cehennemî bir yerdi. Karanlık. Çıkışsız. Bazen neden O'nu dinlemem gerektiğini anladım. Sıçrayarak indim, birer ikişer. Aydınlık bir kapı vardı ama bu kapı da kapalıydı. Sıçradıkça aşağı katlara doğru, kesif bir koku sardı ortalığı. Küf. "Bu küf cehenneminde mahzur kaldım" diye cıyakladım, otomat ışıklarından başka duyacak kimse yoktu. o da şahsıma tepkisizdi.   
   Bir kat daha indim, iğrenç koku havaya çökmüştü, köşe başlarına da örümcekler. Bir tanesiyle göz göze geldim, sıçrar gibi yaptım. Dandik örümcek arkasına bakmadan kaçtı, kapılardan birine doğru. Yolun sonuydu. iki kapı vardı. Elbet kapalı. "Kapılar hep kapalı mı kalmak zorunda" minvalinde cıyakladım, yeni-yetme bir kömürlük sineği yanımdan geçti gitti. Otomat zaten. Aldırmadan. Gençliğine verdim, daha uçamayan bir sineğe halel vermek bizde yoktu. O olsa öyle derdi. Şimdi bir çeşme başında, yeşillikler içinde cıyaklıyordu muhtemelen. Karanlığa alışmıştı gözlerim. etrafıma bakıyordum. kapılardan birisinin altından bir 'meltem' esiyordu, lâkin altından, orasından burasından geçemeyecek kadar da kocamandım. Sıçrayıp yokladım. Evet. Dizim geçse, Kellem ve sırtım geçmezdi. Az önceki yerime, 'iki kapı arasındaki araf'a sıçradım. Artık anlamıştım, kaçınılmazdı. Bu karanlıkta, küf ve nem cehenneminde olacaktı sonum. Oysa sıçrayabilirdim yukarı doğru o lânet çatı-katına doğru. Mecalim kalmamıştı. tükenmiştim.

15 Temmuz 2012

Atlar

12.09.91
23:19

   At yok bugün. Tuhaf şekilde normal hissediyorum. Hemingway'in neden boğa güreşlerine ihtiyaç duyduğunu biliyorum, güreş onun için resmi çerçeveliyordu, neresi ve ne olduğunu anımsatıyordu. Bazen unutuyoruz, gaz faturalarını ödemeyi, yağ değişikliklerini halletmeyi vb. Birçok insan hazır değil ölüme, kendilerininkine veya bir başkasınınkine. Şok ediyor onları, dehşete düşürüyor. Müthiş bir sürpriz gibi. Lânet, asla böyle olmamalı. Ben ölümü sol cebimde taşıyorum. Bazen çıkarıp onunla konuşuyorum: Selam, bebek, nasıl gidiyor? Ne zaman geliyorsun benim için? Hazır olacağım. 
   Ölüm için yas tutmakta bir çiçeğin büyümesi için yas tutmaktan daha fazla bir şey yok. Berbat olan şey ölüm değil aksine hayatlar, insanın ölümlerine kadar yaşadıkları veya yaşamadıkları. Kendi hayatlarını onurlandırmazlar, kendi hayatları üzerine işerler. Sıçıp bırakırlar. Sikik gerizekalılar. Sikişmeye, sinemalara, paraya, aileye, sikişmeye çok fazla odaklanırlar. Akılları tamamen pamuk dolu. Tanrıyı yutuveriyorlar düşünmeden, ülkeyi yutuveriyorlar düşünmeden. Sonra nasıl düşünüleceğini unutuyorlar, izin veriyorlar diğerlerine kendileri için düşünmelerine. Beyinleri pamukla doldurulmuş. Çirkin görünürler, çirkin konuşurlar, çirkin yürürler. Yüzyılların en müthiş müziğini çal, duymazlar. Birçok insanın ölümü ayak. Kalmadı bir şey ölmek için. 
   Görüyorsunuz, atlara ihtiyacım var. mizah anlayışımı kaybediyorum. Ölümün dayanamadığı tek şey ona gülebilmeniz. En hakiki kahkaha en düşük olasılığı kıçlarına devirir. 3 veya 4 haftadır gülmedim. Bir şeyler beni diri diri yiyor. Kendimi kaşıyorum, dönüyorum, bakınıyorum, onu bulmaya çalışarak. Avcı akıllı. Adamı göremezsin. Ya da kadını.

12 Temmuz 2012

Sükût

   (...)
   Yaklaşık bir yıl önce, o üzücü hadiseden sonra, Yeni Rakı terapisinin sürdüğü dönemlerde yani, Şule birkaç sefer kapıya gelmiş, Behzat Ç. açmamıştı. Son gelişinde kapıyı tekmeleyip bütün apartmanı ayağa kaldırmıştı. Kamber'i kırdığı Tekel şişesiyle kovalayana kadar açılmamıştı kapı. Şule cinayet teşebbüsünde bulunursa Behzat Ç.'nin kapıyı açacağını biliyordu. 
   Behzat Ç., onun bütün bunları neden yaptığını anlayamıyordu. Neden ilgileniyordu kendisiyle, ne istiyordu? Ayrıca salak değildi yani, Şule kendisine kadınca bir ilgiyle, - hadi orta yaşlı erkeklerden hoşlanan genç bir kızın safiyane hisleriyle diyelim- yaklaşsaydı, anlardı bunu.
   Şule yaklaştı, Behzat Ç.'nin boynundaki cam kırığına dokundu. "Umutsuz durumda olmayan hiçbir şeye ilgi duyamıyorum." dedi. "Paul Auster, Şans Müziği, sayfa 29." Sevdiği yazarların kitaplarını ezberlemek gibi bir huyu vardı. Hâlâ böyle insanlar vardı yani. Muadili olmayan insanlar. Yaptığı iyiliği karşı tarafın gözüne sokmaya çalışmayan insanlar. Behzat Ç.'nin hayatında çoğu insan bir başkasının yerini tutabilirdi. Harun'la Cevdet yer değiştirebilirdi mesela. Ya da Ağbisi Şevket'le Tahsin yer değiştirse, hemen hemen hiçbir şey değişmemiş olurdu. Ama Şule giderse, biri sahiden gitmiş olurdu. Maçın ilk dakikalarında on kişi kalmak gibi bir şey, akşam Tekel bayisinde 216 bulamamak gibi bir şey. Ya da hiç beklemediği bir anda, O'nun bir apartman tepesine çıkıp kendimi boşluğa bırakması gibi bir şey. Betonda kan izi, çevrede meraklı kalabalık. Ve hâlâ nefes almak, ay sonunu düşünmek, rakıyı bırakıp biraya yüklenmek, elin arada bir 14'lüye gitmesi, eski bir aşkın izini sürmek, konuşma isteksizliği, sağır olma isteği, damarlarda dolaşan yedi kilo kan, iki kilometre sinir, yaşamak aşağı yukarı böyle bir şeydi herhalde. Zırıl da zırıl... Zırıl da zırıl...