انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

31 Ocak 2012

Teras

           (...)
   Nereye gittiğini bilmeden, ayaklarının götürdüğü istikamete yol aldı. Gerçi gideceği yeri belli belirsiz seziyordu ya, yine de kesin bir rota çizmeden, buralarda bütün yan sokakların bir ana caddeye açılmak amacıyla var olduğunu bilerek, çıkmaz sokağı olmayan bir kentin verdiği kahredici huzurla, palas pandıras yürüyordu. Sonuçta dönüp dolaşıp geleceği yer de sayılıydı, hele ki bir vaka üstündeyse. Yirmi bir yıl meslek hayatında, kendi evinde cinayet işleyenler hariç, olay yerine dönen katil görmemişti. "Ama ben dönerim," dedi içinden. "Polis döner, işimiz bu."
   En üst kata çıktı. Barın kapısı mühürlüydü, en azından bir ay da öyle kalacaktı. Bardan onca mühimmat çıktıktan sonra bir ayla kurtarsalar gene iyiydi. Bir kat daha çıkıp, terasın kapısını açtı. Terasın üstü açık bölümü, ayak izleriyle kirlenmemiş bir karış karla kaplıydı. Yazdan atılma, bir iki kırık sandalyenin dışında bir şey yoktu. Tam Betül'ün atladığı ya da atıldığı yerden kar altındaki Sakarya'yı seyretti bir süre. Teras Bar'ın hemen yanında başka bir kafe vardı. Araya lastikler konulduğuna göre, terası ortadan ikiye bölmüş, beraber kullanıyorlardı. Oraya doğru yürüyüp, kafenin içine göz gezdirdi. Şubat Kafe, ne biçim isim.

28 Ocak 2012

Dolmuş

    (...)
   Ne yapmalıydı şimdi? "Şoför efendi, iki buçuğun üstünü unuttunuz!" dese, şoför belki de "Ne biliyorsun unuttuğumu?" diye bozabilirdi. Bozmasa bile, dolmuş yolcuları şöyle bir bakarlar, içlerinden "Amma da para canlısı ha!" gibilerinden geçirebilirlerdi. Başkalarının onun hakkında böyle düşünmelerini istememekle beraber, bu türlü düşündüklerini belirtircesine yan yan bakmalarından nefret eder, cinleri tepesine toplanırdı. 
   Sağındakine baktı: Koca burunlu, sarkık gerdanlının biriydi. Beyden değil de efendiden. Böyleleri ukalâ olurlar. Vara yoğa karışırlar. Tartışmaya can atarlar. Nitekim: "Şoför efendi, iki buçukluğun üstünü unuttunuz.." dese, bu koca burunlu, sarkık gerdanlı adam o biçim, yan yan bakacaktı. "Ne bakıyorsun?é diye terslese, "Göze yasak mı var?" karşılığını alacağını iki kere iki dört eder gibi biliyordu. 
   Adama yeniden baktı, sanki "Göze yasak mı var?" demiş gibi kızdı. İçinden: 
   "Var!" dedi. 
   Sanki: 
   "Yok canım?" karşılığını almışcasına öfkesi arttı. Gene içinden: 
   "Canın yoksa nasıl yaşıyorsun?"
   "Aman ne bayağı espri. Evlâdım espri zeki insan harcı. Sense..."
   "Bense?"
   "Kaşalotun birisin be!"
  Tam bu sırada solundaki yolcu da inmek için şoföre seslenmişti. Araba durdu, solundaki indi. Solundakinden boşalan yere kaydı. Koca burun, sarkık gerdanlı da ortaya geçti. En sağa yeni bir yolcu. O da Cağaloğlu'ya gidecekti. Tekliği uzattı. Şoför elli kuruşu omuzu üzerinden en sağdaki yolcuya uzattı. Şoför onun iki buçukluğunu sağlama unutmuştu. Bir ara:

27 Ocak 2012

Sahte

      (...)
   Ailesini tabii ki düşünür ama yapacak bir şey yoktur. Onu üzen 'pisi pisine yakalanmaktır'. Üstünü giyinir. Polise "Müsaade edin, aileme para bırakayım' der. Polis müsaade edince üzerinde taşıdığı önemli bir telefon numarasını atar. Evlerinde bir bayan arkadaşları vardır. O da sahte kimlik taşımaktadır. Onu da alırlar. Kız polis otosunda kendi gerçek adını söyler. Brusk arkadan gitmektedir. Yolda kızın gerçek adını sorarlar. Brusk söylemez. Yol boyunca döverler. Karakolda üstünü soyarlar. Gözlerini bağlarlar. 'Son kez soruyoruz; kızın adı ne?' dediklerinde Berfin olduğunu söyler. 
   Halbuki kızın gerçek adı Zeynep'tir. Kızı getirip yüzleştirirler. Kızın 'Zeynep' demesiyle işkence başlar. Sağ omzunun lifleri kopar. O gece üç-dört saat işkence görür. Öğleden sonra Hasan'ın tuvalete gittiğini duyunca peşinden giderek tehdit eder. 'Benim adımı verme' der. Hasan 'Merak etme' diye işaret eder. Brusk, Vatan caddesindeki emniyet merkezinde 25 gün işkencede kalır. Her gün 25 dakika, yarım saat Filistin askısına alınır. Askıda kendinden geçip sızınca indirilir. Kaburgaları kırılır. Bronşit olur. Ama yine de tek kelime konuşmaz. İfadesinde 'Silahlar benim değil' der. 'Ya ihaneti seçecektim ya da direnecektim. Ayrıca çözülseydim beni Amed'e (Diyarbakır'a) götüreceklerdi. Bu da benim için ölümle eşti' diyor. Polis kendine göre ifade hazırlar, imzalamasını ister. Yirmibeşinci güne geldiğinde Brusk 'Artık bitti!' diye düşünmektedir. Başkalarına yapılan işkence seslerinden uyuyamıyordur. 
   Daha önce Florya'da bir 'yurtseverin' evine haraç istemeye gitmiştir. Söz konusu kişi Diyarbakırlı zengin bir işadamıdır. Hasan polise o işadamından para aldıklarını söylemiştir. Brusk 'Ama adam bize para vermemişti' diyor. Yirmibeşinci gün polis kapıyı açar ve 'Gel' der. Brusk 'Acaba kimliğim mi patladı?' diye korkar. 'Biri mi çözüldü? Tek korkum buydu.' Sadece eşi ziyaretine gelmektedir. Sahte kimliği vardır onun da. 
   Sahte kimlik kocasını işkencede sahte kimliğiyle ziyaret edecek kadar cesurdur Şevin. Sahte kimliğin nasıl bu kadar kolay elde edilebildiğini sorduğumda 'Muhtara git, para ver, başka isimle orijinal kimlik alabilirsin. Hatta canın sıkıldığında karakola git, para ver, polisi bile dövebilirsin!' diyor.

23 Ocak 2012

Karaltı


   ‘Değersiz hissetmek’li ekonomi haberlerinde kenarda köşede ve dahi tenhalarda değil de yastık altlarında his biriktirenlerdendi. Az çok elinin altındakilere sıfırdan sonraki sıfırlı rakamlarda ufak da olsa bir ‘getiri’ edinmek istiyordu. Yöntem yanlış, sistem kaymıştı. (Kaydıkları ‘bilinmeyen numaralar’ı arar dururdu) ‘... Hissî Kıymetler Borsası’ndaki son gelişmeleri takip etti yakından. Kendisi uzaktan. ‘Aracı kurumlar’ vardı. Elbette neye aracılık ettiğini bilmiyordu hissîmüteşebbiskadın. Aslen pezevenk olduklarını hiç. Bilmediği yok, hesap-kitabı çoktu. Bilmiyordu, bildiğini sandıklarıyla ufak bir ‘sermaye’ biriktirmiş; sonra kurduğu ‘dükkân’da ‘kontrol memurları’ bile istihdam etmişti. Bir dükkân çevirebilecek bilgi ve hisse sahip olabilirdi belki. Ancak iktisat denen meretin özden hâlinin ‘iktisap’ olduğunu bilmezdi. Çaktırmazdı da. Çakarçakmaklarla sigara yakardı.

   Aracı kurumunun söylediklerini kaile aldı. Kimi canhıraş telefonlar; kimi haberlerin altında akıp duran sadece akarak kimilerini zengin kimilerini engin kılan nehir-bantlardı. Döviz, “ne kazanır ederiz”di, altın “elinizden çıkarın”dı hissîmüteşebbiskadında. Sağa sola saçılmış birkaç mektup ve kartpostalla tebdil-i kıyafet etmiş bono ve tahvil vardı. Kendisi yoktu, aracıpezevenk yeni bir kaynak öngördü. Hissîmüteşebbiskadının isterdi arkasını görmeyi. “Altın yükselişte, balon...”du az çok, “Dövizle ineriz”di arkalı düşüncelerinde. Fısıldadı “Kara altın”. Hissîmüteşebbiskadının gözlerinde lânet dolar simgesi belirmedi. Kanlı canlı ve dahi atan bir ‘yürek’ belirdi. Belirtmedi bunu. Kimseye. Aracıpezevenk belirtti, bir sürü grafik ve dahi hesap kitap. “Merkez Bankası'nda kara altın diye bir şey piyasaya sürülecek”ti, “feci getirisi var ve riski az”dı, Hissîmüteşebbiskadın da “hmm...” Mahmutpaşada ‘karaaltın’ denendi, el altından ve dahi cep altından yürüdüğü için adı yekleşmiş, sanı lekelenmişti.

   Kara altın’da muazzam bir potansiyel vardı. Petrol değildi. Ele gelir de değildi. Gelir getirirdi ancak. Hissî. Vergi Dairesi'nde sorun da çıkarmazdı. Karaaltın’dı dar sokaklı ve dar gelirli adamların çevirdiği paşa sokaklarda. Tenhalarda ‘karaltı’ydı. Arzı az, talep edenleri muhtemelen ‘hissî deli’lerdi. Şehirlerde ve büyükşehirlerin kenarlarında, bir otobüsün kenar koltuğunda; intihara mütemayil olunca da vapurlarda, loş meyhanelerde. Ve her daim sokakların ‘karaltı’sında. ‘Değersiz’ hissettiklerinden değer vermezlerdi kendilerine, halka açık mekânlarda değil de küllîyen kapalı mekânlarda ‘kendilerininimettensaymayangiller’li cümleleriyle arzı endam etmez, usulca sokulurlardı. Ağızları bozuktu, ancak adımladıkları şehirlerin kenar mahalleleri de bozuktu. Altı, üstü, yapısı, yanı, başı ve ağzı. Hâliyle bozulmak ‘doğal’dı. Kendilerini ‘doğal kaynak’ olarak görüp sırtından his kazanmak, hissî müteşebbislerin yeni sahası. Hissîmüteşebbiskadın sevdi bu ‘finansal yatırım’ aracını, karaltılardan biri önce küfretti araca sonra istedi kadını yatırmak. Devir ‘yatırım’ devriydi ve feci bir yanlış anlaşılma vardı. Karaltılardaki karaltıda değil, yatırımların mütecaviz olduğu tenhalarda. Karaltılar zaten tehlikeyi fark edip örgütlenmeye başlamıştı. Kar-al-sen. Diğer hissî müteşebbislerin (feci yanlış) okumasıyla, ‘kâr-al-sen’.



   İTC

9 Ocak 2012

Mesele

   (...)
   Bey ve ordusu Toros geçitlerinden Tarsus'a indi. Tarsuslular yine yaz geceleri damda yatıyor, çoluk çocuk düşüp bi taraflarını kırıyorlardı. Bir haber geldi ki, Pers odusu arkalarına sarkmış, tuzak kurmuş. Nasıl hamle ettiyse, tuzağı da Pers ordusunu da bozdu. Baktı ki İran Şah'ı karısını kızını bırakmış kaçıyor. Gitti Şah'ın anasına karısına dedi ki, "Dünya ahret bacımsın. Bir emrin olursa başım gözüm üstüne." Bir de doğu usulü selam verdi. Makedon kurmaylar bu izzet ikramdan ve beden dilinden huylandılar. Bey, başka işlere kafa yordu, düşündü: "Acaba İran içlerinden Hemedan-Tahran üzerinden kuzeydoğuya mı gideyim; yoksa Suriye kıyılarından güneye inip Kahire mi yapayım?"
   "Pers mülkünün deniz bağlantısını tümden keselim," dediler kurmaylar. Onun da işine geldi, aklına yattı, Mısır yoluna saptı. Yol üstünde, Beyrut dolaylarında mekhanecileri ile meşhur, kara bir taşa saygıda kusur etmeyen bir Fenike şehri vardı. Ada üzerinde kurulmuş korunaklı bir şehir idi. Bu şehre bazıları Tyros, bazıları da Sur şehri derlerdi. 
   Bey geldi, "Siz bu şehri bana verin," dedi. 
   "Niye ki gülüm?" "Şam gülü, rosa damascus," dedi şehir halkı. 
       "Pers mülkünün deniz bağlantısını kesicem," dedi Bey. "Zorun ne?" dedi şehir. 
   Sinirlenmeye başladı Bey, "Stratejik nedenlerim var," dedi. 
   "Hayırlı olsun," dedi şehir. 
   "Uzatırsanız olmayacak," dedi Bey. 
   "Uzun olsun zengin gösterir," dedi şehir. 
   "Ben size göstereyim de görün," dedi Bey. 
   Hakikaten de sözünü tuttu. Yedinci ay yeri göğü birbirine kattı. Dağları devirdi, ormanları ısırdı. Netekim 7. ayın sonunda, ölüler ve köleler bir yana şehirde insan kalmadı. Bu da gitti onların kara taşına dokundu. Taş buna dedi ki: "Nedir İskender, mesele nedir?"
   "Ne yapıyorsam cihanşümul bir kardeşlik için yapıyorum," dedi Bey. 
   "Onlar zaten kardeş," dedi taş, "yapmasan da olur."
   Hisli hassas biriydi. Taşın sözleri ağrına gitti. O hızla indi Gazze'yi dağıttı. Mısırlılar baktılar ki adamın biri binmiş atına yukarıdan aşağı ese ese geliyor, "Ulan kim bu?" dediler. "Kiziroğlu Mustafa Bey," dedi Boğazköy'den gelme bir tüccar, "alttan altın suyuna gidin."
   Bey varında reel politikçi bazı Mısırlılar ellerine sarıldılar, "Ah yücelerin yücesi kurtarıcı hoş geldin, dile bizden ne dilersin?"
   "Ben dilemem," dedi Bey, "benden dilenir. Fakat bana bir rehber gerek. Çöldeki tapınağa gitmek için."
   "Hangi tapınak?" dediler. 
   "Melamin tabak ve Tanrının Oğlu rozetleri veren," dedi Bey. 
   Hakikaten gitti, rozeti takmış olarak döndü. Rozeti takınca üzerine garip haller tavırlar geldi. Dedi ki, "Tam zamanı ağalar... gidip o Dara pezevengini rezil rüsvağ edelim."
   Paşalar, "Kardaşım, adam sana Dicle'nin batisini, öz kızını, hazinenin yarısını veriyor... 'anamı karımı çocuklarımı ver sulh olalım' diyor. Daha bu işi uzatmanın alemi ne? Kabul edelim, evimize barkımıza dönelim. Bizim hanımların durumu meçhul, o meçhule biraz da biz..."
   "Hayır," dedi Bey, "dediğim dedik, yediğim hedik... daha da gideceğim, kozmopoliz aşkına."
   Neticede kalkıp Acem mülküne doğru yola çıktılar. 
   (...)



   İlhami Algör, Kalfa ile Kıralıça