(...)
Bey ve ordusu Toros geçitlerinden Tarsus'a indi. Tarsuslular yine yaz geceleri damda yatıyor, çoluk çocuk düşüp bi taraflarını kırıyorlardı. Bir haber geldi ki, Pers odusu arkalarına sarkmış, tuzak kurmuş. Nasıl hamle ettiyse, tuzağı da Pers ordusunu da bozdu. Baktı ki İran Şah'ı karısını kızını bırakmış kaçıyor. Gitti Şah'ın anasına karısına dedi ki, "Dünya ahret bacımsın. Bir emrin olursa başım gözüm üstüne." Bir de doğu usulü selam verdi. Makedon kurmaylar bu izzet ikramdan ve beden dilinden huylandılar. Bey, başka işlere kafa yordu, düşündü: "Acaba İran içlerinden Hemedan-Tahran üzerinden kuzeydoğuya mı gideyim; yoksa Suriye kıyılarından güneye inip Kahire mi yapayım?"
"Pers mülkünün deniz bağlantısını tümden keselim," dediler kurmaylar. Onun da işine geldi, aklına yattı, Mısır yoluna saptı. Yol üstünde, Beyrut dolaylarında mekhanecileri ile meşhur, kara bir taşa saygıda kusur etmeyen bir Fenike şehri vardı. Ada üzerinde kurulmuş korunaklı bir şehir idi. Bu şehre bazıları Tyros, bazıları da Sur şehri derlerdi.
Bey geldi, "Siz bu şehri bana verin," dedi.
"Niye ki gülüm?" "Şam gülü, rosa damascus," dedi şehir halkı.
"Pers mülkünün deniz bağlantısını kesicem," dedi Bey. "Zorun ne?" dedi şehir.
Sinirlenmeye başladı Bey, "Stratejik nedenlerim var," dedi.
"Hayırlı olsun," dedi şehir.
"Uzatırsanız olmayacak," dedi Bey.
"Uzun olsun zengin gösterir," dedi şehir.
"Ben size göstereyim de görün," dedi Bey.
Hakikaten de sözünü tuttu. Yedinci ay yeri göğü birbirine kattı. Dağları devirdi, ormanları ısırdı. Netekim 7. ayın sonunda, ölüler ve köleler bir yana şehirde insan kalmadı. Bu da gitti onların kara taşına dokundu. Taş buna dedi ki: "Nedir İskender, mesele nedir?"
"Ne yapıyorsam cihanşümul bir kardeşlik için yapıyorum," dedi Bey.
"Onlar zaten kardeş," dedi taş, "yapmasan da olur."
Hisli hassas biriydi. Taşın sözleri ağrına gitti. O hızla indi Gazze'yi dağıttı. Mısırlılar baktılar ki adamın biri binmiş atına yukarıdan aşağı ese ese geliyor, "Ulan kim bu?" dediler. "Kiziroğlu Mustafa Bey," dedi Boğazköy'den gelme bir tüccar, "alttan altın suyuna gidin."
Bey varında reel politikçi bazı Mısırlılar ellerine sarıldılar, "Ah yücelerin yücesi kurtarıcı hoş geldin, dile bizden ne dilersin?"
"Ben dilemem," dedi Bey, "benden dilenir. Fakat bana bir rehber gerek. Çöldeki tapınağa gitmek için."
"Hangi tapınak?" dediler.
"Melamin tabak ve Tanrının Oğlu rozetleri veren," dedi Bey.
Hakikaten gitti, rozeti takmış olarak döndü. Rozeti takınca üzerine garip haller tavırlar geldi. Dedi ki, "Tam zamanı ağalar... gidip o Dara pezevengini rezil rüsvağ edelim."
Paşalar, "Kardaşım, adam sana Dicle'nin batisini, öz kızını, hazinenin yarısını veriyor... 'anamı karımı çocuklarımı ver sulh olalım' diyor. Daha bu işi uzatmanın alemi ne? Kabul edelim, evimize barkımıza dönelim. Bizim hanımların durumu meçhul, o meçhule biraz da biz..."
"Hayır," dedi Bey, "dediğim dedik, yediğim hedik... daha da gideceğim, kozmopoliz aşkına."
Neticede kalkıp Acem mülküne doğru yola çıktılar.
(...)
İlhami Algör, Kalfa ile Kıralıça