انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

28 Ağustos 2011

Elif


   Öncelikle bilmelisin ki: Bu harfler, yükümlü insan âlemi gibidir ve başka âlemlerden farklı olarak yükümlü tutulmada değil, hitapta kendisine ortaktır. Çünkü onlar, insan gibi bütün hakikatleri kabul eder. Âlemin diğer kısımları ise böyle değildir. Bu nedenle bizde olduğu gibi harfler içinde de Kutup vardır. Harflerin kutbu Elif'tir. 
   Bizde Kutbun makamı her şeyi ayakta tutan hayattır. Bu makam, Kutup'a özgüdür. Çünkü o, himmetiyle bütün âlemde dolaşır. Elif de, bizim algılayıp başkasının algılayamadığı ruhaniyetinin her yönünden (harflere) sirayet eder. Elif, harflerin çıkış yerlerinin sonundan -ki o nefesin çıkış yeridir- nefeslerin son çıkış yerine kadar nefes olarak yayılır ve sen susmuş iken, dıştaki havaya kadar uzar. Susmuşkenki bu uzama, sada diye isimlendirilen şeydir. İşte bu, Elif'in her şeyi var eden olmasıdır. Ayrıca, bu durum onun rakamı yönündendir. Bütün harfler, kendisine yerleşir ve ondan oluşur. Elif ise onlara yerleşmez. Nitekim Elif de kendi ruhaniyetine yerleşir. Elif'in ruhaniyeti, takdir edilen noktadır. Nitekim bir sayısı da (sayılara) yerleşmez. 
   Böylece Elif'in neden Kutup olduğunu sana açıklamış olduk. Elif'in gerçeğini öğrenmek istersen, bundan sonra sana zikredeceğimiz şeylerde de böyle yaparsın. 
   (...)



   İbn Arabî, Fütûhâtı Mekkiyye

24 Ağustos 2011

Sevgi


       (...)
   Neden bir köpeğin gördüğü âdet onu eğlendiriyor, neşelendiriyordu da kendininki midesini bulandırıyordu? Cevabı basit geliyor bana; köpekler hiç Cennet'ten kovulmadılar. Karenin ruh ve beden ikiliği konusunda hiçbir şey bilmiyordu, bu yüzden de tiksinti kavramı yoktu. Tereza bu yüzden onunla bu kadar özgür ve rahat hissediyordu kendini. (Bir hayvanı machina animata, ineği süt üretimine yarayan bir otomat halin etirmek de bunun için o kadar tehlikelidir. Böyle yapmakla, insan kendini Cennet'e bağlayan ipliği koparır ve artık zaman boşluğu içinde çıktığı uçuşta tutunacak ya da avuntu bulacak hiçbir şey kalmaz içinde.)
   Bu karman çorman düşünceler Tereza'nın bir türlü silip atamadığı, dinî açıdan küfür sayılacak bir düşünceyi doğurdu: Onu Karenin'e bağlayan sevgi, Tomas'la arasındakinden daha iyi bir sevgiydi. Daha iyi; daha büyük değil. Tereza ne Tomas'a ne de kendine suç bulmak istiyordu; Karenin'le birbirlerini daha çok sevdiklerini öne sürecek değildi. Sadece ona öyle geliyordu ki, insan çiftinin doğması gözönüne alındığında, erkekle kadının aşkı, a priori olarak köpekle insan arasında varolabilecek (en azından en iyi örneklerde) sevgiden aşağı bir şeydi. Bu, insan tarihinin büyük olasılıkla Yaratıcı tarafından tasarlanmayan bir garipliğiydi. 
   Tümüyle benliksiz bir aşktı bu; Tereza, Karenin'den bir şey istemiyordu; onu sevdi diye karşılığında, kendisini sevmesini bile beklemiyordu. Üstelik hiçbir zaxman kendi kendine; insan çiftlerine yaşamı zehir eden soruları da sormamıştı: Beni seviyor mu? Benden daha çok sevdiği bir başkası var mı? Benim sevdiğimden daha çok seviyor mu beni? Aşkı ölçmek, sınamak, denemek ve kurtarmak için aşka yönelttiğimiz bütün bu sorular belki de her şeyin yanısıra aşkı kısaltmaya da yarıyor. Belki de sevemememizin nedeni çok sevmek istememiz, yani karşımızdaki kişiden hiçbir istekte bulunmaksızın, ondan onunla birlikte olmaktan başka bir şey istemeksizin kendimizi ona verecek yerde ondan bir şey (aşk) talep etmemizdir. 
   (...)



   Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

19 Ağustos 2011

Tuğla

      (...)
   Ahmet Mithat'ın Rodos'a sürülmesine sebep olan "Dıvardan bir sada" adlı yazısında yazar, masası başında makalesini düşünürken, birdenbire duvardan bir ses geldiğini ve konuşan duvar önünde hayret ve şaşkınlığa düştüğünü bu sesin kendisine şöyle söylediğini anlatıyor: "Şaşma! Ben yanındaki duvar içinde bir tuğlayım. Yazdığın bendin sonunda bakalım bundan sonra ne olacağız? dedin, bu söz üzerine düşünmeğe başladın, sana bunun için bilgi vereyim. Doğuş için bilgi pek doğrudur, ben de senin gibi doğmuş idim, vücudum arzın merkezinde kaynamakta olan madenler içinde binlerce yıl yandıktan ve buhara kalbolduktan sonra, arzın tabakaları arasında donmuş bir halde binlerce yıl dağınık ve perişan kalmış, en sonra anamın rahmine düşen maddenin içinde toplanmıştı. Ben de senin gibi bu dünyada 45 sene yaşadım. Sanatım hükûmet memurluğu idi. Sonunda bir ciğer hastalığına uğradım. Birgün bana bir durgunluk geldi. Çoluk çocuğumun yanında kulağıma gelen sesleri gayet uzaktan duymağa başladım. Gözlerimin kuvveti, beynimin muhakemesi azalmıştı. Damarlarımdaki kan da uyuşmaya yüz tuttuğundan dilim söylemez oldu. Eşya gözümden uzaklaştı, anlayışım bozuldu. Bir an kendimi karanlık bir geceden daha karanlık bir âlemde yalnız buldum. Nerede olduğumu anlayamadım, ancak evvelki hayal âlemini kaybetmiş olduğumu anladım. Sen dünya dedikleri âleme geçinceye kadar seyahat ettiğin âlemleri kendin o âlemde iken düşünemeyip şimdi dünyada iken geriye bakarak düşündüğün gibi, ben de dünyadan çıkıp bu duvara girinceye kadar gördüğüm şeyleri burada düşünmekteyim. Dünyada hayat yalnız ruhu olanlara mahsus değilmiş, her cisimde hayat varmış. Ben hayata 'Varlık' manası veriyorum. Bu hale göre ölüme de 'Yokluk' manası vermekteyim. Ancak varlık hiç bir zaman başlı başına kaim olamıyor. Âlemde basit, yani tek başına hiç bir varlık yoktur. Her varlık mürekkep, yani nice varlıkların birbirini tamamlamasıyla yetkin ve tamdır. İşte böylece bütün çiçekler, yemişler, bütün cisimler ve canlılar meydana geldi."
   (...)



   Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi

16 Ağustos 2011

Köprü


      (...)
   En iyisi vapurlardı. Sağ elini saçlarından geçirip yanağına dayardı. Kimsenin göremediği, iki ucunda yalnız kaldığımız o kıldan ince köprüyü kurardık. "Biliyor musun, beni yokluğun eşiğinden sen çevirdin. Birbirimiz için varız biz." derdim. Kendimi ona gerekli yapmaya uğraşıyordum belki. Dünyada ötekilerin de oluşunu bağışlıyordum. Vapuru yapan işçiler, yüzdürenler, onu iskeleye bağlayan kırmızı burunlu adam, ekmeğimizi pişiren fırıncı, ağabeyim, herkes biz olalım diye vardılar. Bizim için elbirliğiyle bu kısa yolculukları hazırlıyorlardı. Artık bu yolculuklar için yaşar gibiydim. Her şeyi ona göre değerlendiriyordum. Saatıma baktıkça, "En azından iki aylık vapur parası eder," diye düşünüyordum. Paramı çalacaklarından korkuyordum; kalabalığın içine karışınca sol kolumu iç cebimin üstüne bastırıyordum. Salt param olmadığı için vapura binemeyeceğim olursuzluğu korkunçtu.

15 Ağustos 2011

Hiç Başlamayacaklar için Varoluşçuluk


   Tanımların birer birer çamaşır iplerine asıldığı bu çağda, ipe-asılmış-varoluşçuluğu da tanımlamak pek kolay görünmüyor. En temel ayrımından hareket edilirse, ki bu da ister istemez tanrıyı işin içine katmakta, tanrıtanımaz bir düzenekte – Sartre’ın kurguladığı şekilde – varoluş’un özden önce gelmesidir. Tanrı inancı ile ve insan-dışı varlıklarda varsayılan olarak zuhur etmiş ‘öz’, başka bir deyişle öznenin kendini var etmesinden evvel ona atfedilmiş, biçilmiş, bahşedilmiş (!) değerlerle bir hakikat yolunda seyretmesidir. Ancak özellikle post-modern zamanların dalgasını yedikçe kırılan ama bir türlü dalgakıran olamayan çevredeki onlarca insanın içine düştüğü ‘anlamsızlık’ biraz da bu varoluş gerçekliğini açığa çıkarmakta. Sartre’ın öngörüsünün zımnî kabulü olarak nitelenebilecek bu durumun genellikle karanlığa ve bunaltıya sirayet etmesi kaçınılamaz gibi. Albert Camus şu sahneyi çizerken aslında aslolanı pekâlâ dile getiriyordu:
   “(...) Arkasından, kuru bir gürültü düşer mandaldan, yaşlı adam öylece kalakalır, dehşet içinde, karnında acı ve sızılı korkusu. Oysa sokakta yalnız değil, karşılaştıkları ne kadar az olursa olsun. Ateşi türküsünü söyler. Ufak adımları sıklaşır; yarın her şey değişecek, yarın. Birdenbire anlar ki yarın da böyle olacaktır, öbür gün de, tüm öteki günler de. Ve bu çaresiz buluş ezer onu. İşte böyle düşünce öldürür insanı. Bunlara katlanamadığı için öldürür insan kendini ya da, gençse, tümceler kurar.”[1]
Kesif bir karanlık içinde vâkıf olunan bu ‘buluş’la başlar hayatı anlamlandır(ama)ma. Elbette salt kara düşüncelerden müteşekkil olmak zorunda değil bu, ancak Camus’nün zikrettiği bir gerçeğin altında kalmak, onu alt etmekten daha yakın gözükmekte. Bu buluşun zuhur ettiği zaman ve mekâna bağlı biraz da. Elbette bu denli ‘anlamsız’ bir keşiften sonra varoluş kaygısı bitmez. Bunaltıyla, korkuyla, tiksintiyle, nefretle çeşitli veçhelerine büründüğü kertede her zaman bir ‘arayış’ı ihtiva eder. Bu bağlamda bakıldığında aslında varoluş kaygısı bir ‘hakikat’ arayışıdır. Hakikatin içerdiği mefhum oldukça bireyci olan varoluşçuluk dâhilinde değişiklik gösterebilir. Memento Mori dürtüsüyle ölümünden önce bu medeniyette ölümsüz bir eser bırakmak da olabilir bunun tezahürü veya Camus’nün dile getirdiğinin ötelenmesiyle akla gelen ‘intihar’ da. Meseleye biraz göreceli bir pencereden bakılırsa aslolanın insanın kendini gerçekleştirmesi olduğundan kelli bu ‘gerçekleştirme’ – her ne kadar varoluşçuluk içinde pek görülmese de – insanın bir edimi olarak hayatını sona erdirmesi de olabilir.
   Bu hakikat arayışının ve fiiliyata geçmesinin adı ‘edim’ olarak konursa, insanı var edecek olan ve sorumlu olduğu tüm edimleridir. Bu edimlerinden ötürü Sartre, vakt-i zamanında maruz kaldığı saldırılar karşısında varoluşçuluğun edilgen bir düşünce olmadığını aşikar bir şekilde dile getirmiş olsa da yaşamın bir ağırlık yahut da zorluk olarak kurgulandığı kertede mükemmel bir edilgenliğe evrimleşmesi de mümkün.[2] Bu söylem her ne kadar akla Kundera’nın varoluşa girizgâh niteliğindeki romanında hayat bulmuş olan Sabina’nın varlığında vücut bulan durumu akla getirse de bahsedilen hafifliğin aslında ağırlıktan kaçış olduğu görülür. Bu şekilde varoluşçuluk bilincini – ya da daha sofistike hâliyle söylemek gerekirse – ve ‘keşfini’ müteakiben ortaya çıkan mücadele dâhilinde varoluşçuluğu betimlemek daha makul olmalı. Bu mücadele hakikat yolunda sarf edilen edimler olarak dile getirilirse, var olmanın aslen ne kadar anlamsız ve ne kadar zor olduğunu gösterebilir. Buradaki çatallaşmaya da dikkat etmek gerekir, zira aşağıda bu yol-ayrımındaki bir sapaktan sapılıyor. Şöyle ki var olmak ve varoluşçuluk nihaî kertede birbirini andırsa da birbirinden ayrılmaktadır. Kundera’nın romanına göndermeyle aktardığım gibi, var olmaktan kaçınılabilir ancak varoluşçuluk – en azından Sartre’ın vazettiği şekilde – böyle bir edilgenliğe yer bırakmıyor. Aksine bireyi tüm edimlerinden mesul tutarak var olmasının önüne onulmaz engeller çıkarıyor! Varlığın temel sorgulanması nezdinde ne kadar aynı nüveden çıkmış olsa da varoluşçuluk mütemadi bir şekilde – sancılarıyla birlikte – bireyi ‘var olma’ya itiyor, var olurmuş gibi yapmaya değil.
   Bireyin hakikat arayışında başka bireylere olan bağlılığı da bir başka mesele. Buna geçmeden evvel genellikle varoluşçuluğun bireyin kendi aklî dehlizlerinde – kendisiyle – giriştiği bir mücadele olduğunun altını çizmek gerek. Varoluşçu birey her şeyden evvel kendisini gerçekleştirmek güdüsünde olduğu için bir şekilde kendi nefsiyle mücadeleye başlar.[3] Bu savaşım esnasında bireyin neden var olduğu, neden yaşadığı, nasıl (şeylere) anlam atfedebileceği gibi onlarca – zahirî olarak beylik, bâtınî olarak ölümcül – mefhumun bireyi götüreceği varoluşsal kriz yukarıdaki yol ayrımından saptıktan sonra çok geçmeden tenha yolun sağında veya solunda görülebilecek bir şey. Görüp geçilecek, değil.[4] Aynı şekilde kendi edimlerinin – yanlış veya doğru olsun – bu varlık dünyasında bulacağı yankılar da bireyin aklının içinde sonsuz kere yankılanabilir. Öte yandan Yusuf Atılgan’ın öykülerinin derlendiği kitaptaki bir öyküsünde “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu” diye söylenirken, bu ifade hem bireyin kendi başaramamışlığını hem de toplumun varoluşsal beklentileri hayal kırıklığına uğratmadaki kabiliyetini göstermesi açısından varoluşçuluğun çıkmazını – birey ve toplum arasında kalmışlık – ortaya sermektedir.[5] Yine Atılgan’ın Aylak Adam’ında aradığı o mükemmel kadın – ve aslında bunun hiç varolmadığı/varolmayacağı olgusu – her şeye rağmen C.’ye bir ‘yaşama itkisi’ sağlamaktaydı.
Gustav Klimt, Study for Philosophy 1898-99
   O hâlde şu soru sorulmalı: Nasıl var olmalı (‘Var olmalı mı?’ gibi aslî bir sorunun götüreceği nihaî erekten ötürü sormak bile gereksiz)? Sartre’ın Varoluşçuluk adlı derleme kitabında belirttiği gibi[6] her sanatçı kendini var etmek için çabalarsa da modernitenin tektipleştirdiği, kapitalizmin sonsuz tüketim sarmalına sardığı ‘sıradan’ bir bireyin var olma kaygısı hâlâ aynı güçlüğüyle yerinde durmakta. Elbette böylesine öz bir soruya cevap vermek – ne burada ne başka bir yerde – mümkün değil, ancak sorulan soruların açacağı ufuklardan varoluşçuluğa ilişkin bir varoluş yakalanabilir. Var olmanın ağırlığıyla mücadele ederken varoluşçuluk bu sancılı varoluştan – ebedî olmasa da – nadir sahneleri yakalama, biriktirme çabası olarak dile getirilebilir. Ne de olsa, Camus’nün ‘yabancı’sı olmaktan veya Sartre’ın tasvir ettiği ‘bulantı’dan kaçış olmamakla birlikte bunlara rağmen birey kendini, bağlı olduğu atomize olmuş toplum dâhilinde, anonim sahnelerle bile, varoluşunu anlamlı bulabileceği ‘nadir-sahne-kumbarası’na dönüştürebilir. Şöyle bir örnek, karanlık bir varoluşçu için bile kendi edimlerinin mükafatı olarak ilelebet olan ‘varlık’ okyanusunda bir zerre olarak manidâr olabilir. İçinde bulunduğu buhranı alt etmek için değil ama halının altına çekmek için gün-aşırı köşedeki tekelden birkaç şişe bira almayı alışkanlık etmiş biri, günün birinde – âdet olduğu veçhile – birasını alıp, parasını verdikten ve dahi dükkânı terk ettikten sonra arkasından gelen “Hey!” hitabını müteakip duyduğu “Sen sıcak biralardan aldın, gel değiştirelim”i duydu. Tekel sahibinin seslenmesinin ardından dükkânda elindeki kara poşete konan soğuk biralardı o an ‘varoluş’.  Bu yaşanmışlık anlık da olsa yaşamı, var olmayı ve benliğini billûrlaştırabilir. Bu şablonun temelinde yatan ‘insaniyet’ arkaplanının hakikati teşkil ettiği kabul edilirse, yozlaşmanın saatte bilmem kaç kilometre hızla yayıldığı günümüzde daha da değerli bir varoluş veçhesi olabilir. Elbette böylesi bir örnek – karikatürize olmaktan öteye gidemeyerek – felsefî derinlikten uzak ancak yine de arz ettiği tepki vesilesiyle var olmanın ağırlığının kimi zaman böylesi sahnelerle hafifleyebileceğinin en nadide sahnesi.
   Sonuçta, insanın varoluşu ile yaşama dâhil olması – tüm tezatıyla birlikte – diğer insanlara bağlıdır. Elbette günümüz toplum yapısında, insanın diğer insanlara kurduğu ilişkilerin yüzeyselliği ve insanın  varsayılan olarak ‘atomize’ bir yaşam sürdürmesi ile birlikte bu dâhil olma karmaşık görünebilir. Sartre, bunun bilinciyle, yine de varoluşçuluğun iyimserliğini korumayı seçiyordu:
   “Bilir ki desteksizdir kişi, yardımsızdır, her an insanı bulmak (keşfetmek) zorundadır. Güzel bir yazısında, ‘İnsan insanın geleceğidir,’ demişti Francis Ponge. Çok yerinde bir söz. Gelgelelim, “Gelecek gökyüzünde yazılıdır. Tanrı onu görür, yönetir,” diye anlamak da yanlıştır bu sözü. Çünkü o zaman adı geçen gelecek, gerçek bir gelecek olmaktan çıkar.
   Onun için  bu sözü, ‘Ne olursa olsun, insanın yapacağı bir gelecek vardır, el değmemiş bir yarın onu bekler,’ diye anlamak doğru olur. Ama bu durumda da insan kendi başına bırakılmış olur.”[7]
   Nitekim, varoluşçuluk ile var olma sancısı arasında seyreden bu ikircikli güzergâh boyunca her daim karaltıya gark olmamak gerektiği gibi aksine bireyin varoluşçuluğu her ne kadar gözündeki perdeyi kara tonlara bürüse de bu kendi varlığı dışındakilerden vazgeçebileceği anlamına gelmez. Ne de olsa karanlık bir bunaltı içinde de olsa varoluşçuluk maddî veya manevî olsun aşkın bir hakikati arar ve bu hakikat sadece bireyin edimlerinde değildir. Bireyi topluma bağlayan – ve bir nevi cehennemleşen – bu olgu varoluşçuluğun temel ikilemi olmakla birlikte, bireyin varoluşçuluğunu da anlamlı kılacak bir aynadır.[8] Ters bir teşbihle de olsa, bâtını karanlık olan birey, bu karanlığı işleyerek, bazen dişleyerek, zahirinde aydınlık bir kişiye dönüşebilir. Ki bu da Sartre’ın – romanlarında olmasa da – çizmekte olduğu dönüşümcü varoluşçuluğa oldukça uyar.  ‘Cehennem’ olan başkaları, mutlak zaman ve mekânda bir zerre olarak da olsa ‘cennet’ olabilir.



İTC

[1] Albert Camus, Tersi ve Yüzü, s. 34-5.
[2] Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği.
[3] Böylesi bir mücadelenin tasavvufî görüş ve pratiklerle taşıdığı ortaklık da gözden ırak tutulmamalı. Nitekim işin ‘manevî’ kısmına dair olan mücadelenin yeri ne yazık ki burası değil.
[5] Yusuf Atılgan, Bütün Öyküleri, s. . Aynı şekilde Sartre’ın ünlü sözü “Cehennem başkalarıdır” bu durumun bir nevi vecizesidir.
[6] “İnsan, bir girişimler zinciridir” diyerek çizdiği iyimser tabloya insanın dehasının ve yaratıcılığının varoluşçu  eklenimi için, Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, s. 57.
[7] Sartre, Varouluşçuluk, s. 48-9
[8] Bu aynaya, içteki karanlığın, sapkınlığın, pisliğin (ki hepsi insan doğasının bir veçhesi olarak kabul edilmelidir) bastırılmasını hicvederek, varoluşçuluğun bir diğer ikilemine parmak basan ve bu bağlamda insan aklı ve insan sıfatı arasında karanlık ve yırtıcı bir varoluşçuluk resmeden Witold Gombrowicz, İTC’nin bir sonraki yazısının temel öznesi olacaktır. Gombrowicz, nihilizmden beslendiği kadar statü ve mefhumların birey’e atfettiği ‘belirli’ durumlardan doğan baskıyı temel alarak – tabir-i caizse – varoluşçuluğun karanlık tarafına geçmektedir. 

12 Ağustos 2011

Hakikat II

   (...)
   "Senin ülkendeki insanlar," dedi Küçük Prens, "tek bir bahçede beş bin gülü yetiştiriyorlar... Aradıklarını da bulamıyorlar..."
   "Evet, bulamıyorlar," diye karşılık verdim.
   "Oysa aradıkları, bir tek gülde ya da biraz suda bulunabilir."
   "Elbette," diye yanıt verdim.
   Küçük Prens ekledi:
   "Ama gözler kördür. İnsan yüreğiyle aramalı."
   Su içmiştim. İyi soluk alıyordum. Gün doğarken kum, bal rengidir. Bu bal rengi mutlu ediyordu beni. Neden içim sıkılıyordu o halde?
   Yeniden yanıma oturan Küçük Prens, tatlı bir sesle bana:
   "Sözünü tutmalısın," dedi.
   "Hangi sözü?"
   "Bilirsin ya... Koyunum için bir tasma sözü vermiştin... Bu çiçekten ben sorumluyum!"
   Cebimden resim taslaklarımı çıkardım. Küçük Prens onları gördü ve gülerek:
   "Senin baobap ağaçların, biraz lahanaya benziyor..."
   "Yaa! Oysa ben, baobaplarımla çok gururlanıyordum!"
   "Senin tilkin de... Kulakları da biraz boynuza benziyor... Hem çok da uzun!"
   Yine güldü sonra
   "Haksızlık ediyorsun, küçük dostum, boa yılanlarının içten ve dıştan görünüşleri dışında bir şey çizmesini bilmiyordum ben."
   "Bu da olur," dedi, "çocuklar anlar."
   Bir tasma daha çizdim. Bunu ona verirken, yüreğim burkuldu.
   "Bilmediğim tasarıların var senin..."
   Ama bana yanıt vermedi.
   "Biliyorsun," dedi, "yeryüzüne düştüm... Yarın bunun yıldönümü..."
   Biraz sustuktan sonra, ekledi:
   "Buraya çok yakın bir yere düşmüştüm..."
   Sonra kızardı.
   Nedenini bilmediğim bir hüzün çöktü içime yine. Aklıma bir soru geldi:
   "Demek, sekiz gün önce, seni tanıdığım sabah, böyle yapayalnız, insanların yaşadığı yerlerden binlerce mil uzakta dolaşman bir rastlantı değildi? Düştüğün noktaya geri dönüyordun, öyle mi?"
   Küçük Prens yine kızardı.
   Ben duraksayarak ekledim.
   "Belki de yıldönümü içindi bu?"
   Küçük Prens yeniden kızardı. Sorularıma hiç karşılık vermiyordu, ama kızarması, "evet" anlamına gelmez miydi?
   "Ya," dedim ona. "Korkarım..."
   Ama o karşılık verdi bana:
   "Şimdi çalışmalısın. Motoruna gitmelisin. Seni burada bekliyorum. Yarın akşam geri dön..."
   Ama içim rahat değildi. Tilkiyi düşünüyordum. İnsan, evcilleştirmeye kalkışırsa, biraz da gözyaşı dökmeyi göze almalı...



   Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens

8 Ağustos 2011

Hırs

      (...)
   İçinizi hırs bürüdüğü, onun ateşine maruz kaldığınız an kendinizi inceleyin; sonra da "krizleriniz"i teşrih masasına yatırın. Bu krizlerin öncesinde hususî bir hararet taşıyan acayip belirtiler geldiğini ve bunların sizi sürükleyip alarma geçirmekten geri kalmadıklarını saptayacaksınız. Ümit suiistimali yüzünden gelecekle zehirlenmiş bir halde, aniden kendinizi şimdiden ve gelecekten sorumlu, ürpertilerinizle yüklü müddetin bağrında hissedersiniz; evrensel bir anarşinin ajanı olarak müddetle birlikte infilak etmeyi düşlersiniz. Beyninizdeki olaylara ve kanınızdaki değişimlere dikkat kesilmiş, sapıtmanıza doğru dönmüşsünüzdür; işaretlerini kollar ve bunlara bağlanırsınız. Benzersiz kargaşa ve tedirginliklerin kaynağı olan siyasî çılgınlık, zekâyı bastırsa da buna karşılık içgüdülere yardımcı olur ve sizi kurtarıcı bir kaosa daldırır. Yapabildiğinizi sandığınız iyiliğin ve bilhassa kötülüğün fikri sizi sevindirecek ve coşturacaktır; sakatlıklarınız da öylesine hünerli çıkacaklardır ki, mucizevî bir şekilde herkesin ve herşeyin efendisi haline getireceklerdir sizi.
   Etrafınızda aynı tutku tarafından kemirilenlerde, benzer bir sapıtma farkedeceksiniz. Bunun etkisine uğradıkça, bütün diğer sarhoşluklardan farklı bir sarhoşluğun pençesine düşerek tanınmaz hâle geleceklerdir. Seslerinin tınılarına varanak adar herşeyleri değişecektir. Hırs, kendini ona kaptıran kişiyi potansiyel bir iblis haline getiren bir uyuşturucudur. O belirtileri, o çılgına dönmüş hayvan havasını, o endişeli ve adeta pinti bir vecdle canlanmış hatları kendinde ve başkasında gözlemlememiş kişi, zehir ve deva karışımı olan kamçılayıcı cehennemin, İktidar'ın uğursuzluk ve nimetlerine yabancı kalacaktır.
   (...)



   Emil Michel Cioran, Tarih ve Ütopya 

4 Ağustos 2011

Çılgınlık


Berlin, 31 Ekim 1982


Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini biliyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım. Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim. 
   Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da, düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor. Acı veren bir şey bu. Çok acı veren. Ürküten hem de nasıl ürküten!
   Çılgınlığı bilmeden aklın sınırları son derece can sıkıcı. Kabul edilemez. Yetersiz.
   Aklın dünyası dışında başka şeyler olmalıydı. Ben çılgın dünyasına en derin, en uzun, en sonsuz yolculuğu yaptım. En acı veren yolculuğu. Tüm öbür acılar, akıldan çılgınlığa geçişle karşılaştırıldığında kabul edilir. Çılgınlık yoluyla kurtuluşumu ne büyük bir cesaretle tamamladım, tüm acılardan, gövdelerden, güneşlerden, ana-babalardan ve çocuklardan, güvenden ve güvensizlikten, tüm düzenlerden.

1 Ağustos 2011

Biz


Bir heykel yaptılar bizden
Ve konuldu bir dağın tepesine 
Şimdi turistler gelip bakıyorlar bize 
Balonlarını patlatıyorlar, sakızdan
Fotoğrafını çekiyorlar eğlenerek, eğleniyorlar

Bir şehri adlandıracaklar bizim ardımızdan
Sonra diyecekler ki hepsi bizim suçumuz
Ardından bize bir nutuk atacaklar
Ardından bize bir nutuk atacaklar 
Çünkü onlarda yılların tecrübeleri var 
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Karıştırırken cevapları sayfalarda
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Ve bu bulaşıcı 
Ve bulaşıcı
Ve bulaşıcı
Ve bulaşıcı

Giyiyoruz eşarplarımızı tıpki bir ilmekmişcesine 
Fakat değil istediğimizden ebedî uykuyu 
Ve parçalarımız kısmen kullanılmışsa da 
Yenileri köle emeği, sakınabileceğin

Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Karıştırırken cevapları sayfalarda
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Ve bu bulaşıcı
Ve bulaşıcı
Ve bulaşıcı
Ve bulaşıcı

Bir heykel yaptılar bizden
Bir heykel yaptılar bizden
Turistler geliyor ve bakıyorlar bize
Heykeltraşın mermeri sunuyor saygılarını
Bir heykel yaptılar bizden
Bir heykel yaptılar bizden
Burunlarımız başladı paslanmaya
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz
Karıştırırken cevapları sayfalarda
Biz bir hırsızlar batağında yaşıyoruz

Ve bu bulaşıcı
Ve bu bulaşıcı
Ve bu bulaşıcı
Ve bu bulaşıcı



Regina Spektor, Us
Çeviri: İTC