Tanımların birer birer çamaşır iplerine asıldığı bu çağda, ipe-asılmış-varoluşçuluğu da tanımlamak pek kolay görünmüyor. En temel ayrımından hareket edilirse, ki bu da ister istemez tanrıyı işin içine katmakta, tanrıtanımaz bir düzenekte – Sartre’ın kurguladığı şekilde – varoluş’un özden önce gelmesidir. Tanrı inancı ile ve insan-dışı varlıklarda varsayılan olarak zuhur etmiş ‘öz’, başka bir deyişle öznenin kendini var etmesinden evvel ona atfedilmiş, biçilmiş, bahşedilmiş (!) değerlerle bir hakikat yolunda seyretmesidir. Ancak özellikle post-modern zamanların dalgasını yedikçe kırılan ama bir türlü dalgakıran olamayan çevredeki onlarca insanın içine düştüğü ‘anlamsızlık’ biraz da bu varoluş gerçekliğini açığa çıkarmakta. Sartre’ın öngörüsünün zımnî kabulü olarak nitelenebilecek bu durumun genellikle karanlığa ve bunaltıya sirayet etmesi kaçınılamaz gibi. Albert Camus şu sahneyi çizerken aslında aslolanı pekâlâ dile getiriyordu:
“(...) Arkasından, kuru bir gürültü düşer mandaldan, yaşlı adam öylece kalakalır, dehşet içinde, karnında acı ve sızılı korkusu. Oysa sokakta yalnız değil, karşılaştıkları ne kadar az olursa olsun. Ateşi türküsünü söyler. Ufak adımları sıklaşır; yarın her şey değişecek, yarın. Birdenbire anlar ki yarın da böyle olacaktır, öbür gün de, tüm öteki günler de. Ve bu çaresiz buluş ezer onu. İşte böyle düşünce öldürür insanı. Bunlara katlanamadığı için öldürür insan kendini ya da, gençse, tümceler kurar.”[1]
Kesif bir karanlık içinde vâkıf olunan bu ‘buluş’la başlar hayatı anlamlandır(ama)ma. Elbette salt kara düşüncelerden müteşekkil olmak zorunda değil bu, ancak Camus’nün zikrettiği bir gerçeğin altında kalmak, onu alt etmekten daha yakın gözükmekte. Bu buluşun zuhur ettiği zaman ve mekâna bağlı biraz da. Elbette bu denli ‘anlamsız’ bir keşiften sonra varoluş kaygısı bitmez. Bunaltıyla, korkuyla, tiksintiyle, nefretle çeşitli veçhelerine büründüğü kertede her zaman bir ‘arayış’ı ihtiva eder. Bu bağlamda bakıldığında aslında varoluş kaygısı bir ‘hakikat’ arayışıdır. Hakikatin içerdiği mefhum oldukça bireyci olan varoluşçuluk dâhilinde değişiklik gösterebilir. Memento Mori dürtüsüyle ölümünden önce bu medeniyette ölümsüz bir eser bırakmak da olabilir bunun tezahürü veya Camus’nün dile getirdiğinin ötelenmesiyle akla gelen ‘intihar’ da. Meseleye biraz göreceli bir pencereden bakılırsa aslolanın insanın kendini gerçekleştirmesi olduğundan kelli bu ‘gerçekleştirme’ – her ne kadar varoluşçuluk içinde pek görülmese de – insanın bir edimi olarak hayatını sona erdirmesi de olabilir.
Bu hakikat arayışının ve fiiliyata geçmesinin adı ‘edim’ olarak konursa, insanı var edecek olan ve sorumlu olduğu tüm edimleridir. Bu edimlerinden ötürü Sartre, vakt-i zamanında maruz kaldığı saldırılar karşısında varoluşçuluğun edilgen bir düşünce olmadığını aşikar bir şekilde dile getirmiş olsa da yaşamın bir ağırlık yahut da zorluk olarak kurgulandığı kertede mükemmel bir edilgenliğe evrimleşmesi de mümkün.[2] Bu söylem her ne kadar akla Kundera’nın varoluşa girizgâh niteliğindeki romanında hayat bulmuş olan Sabina’nın varlığında vücut bulan durumu akla getirse de bahsedilen hafifliğin aslında ağırlıktan kaçış olduğu görülür. Bu şekilde varoluşçuluk bilincini – ya da daha sofistike hâliyle söylemek gerekirse – ve ‘keşfini’ müteakiben ortaya çıkan mücadele dâhilinde varoluşçuluğu betimlemek daha makul olmalı. Bu mücadele hakikat yolunda sarf edilen edimler olarak dile getirilirse, var olmanın aslen ne kadar anlamsız ve ne kadar zor olduğunu gösterebilir. Buradaki çatallaşmaya da dikkat etmek gerekir, zira aşağıda bu yol-ayrımındaki bir sapaktan sapılıyor. Şöyle ki var olmak ve varoluşçuluk nihaî kertede birbirini andırsa da birbirinden ayrılmaktadır. Kundera’nın romanına göndermeyle aktardığım gibi, var olmaktan kaçınılabilir ancak varoluşçuluk – en azından Sartre’ın vazettiği şekilde – böyle bir edilgenliğe yer bırakmıyor. Aksine bireyi tüm edimlerinden mesul tutarak var olmasının önüne onulmaz engeller çıkarıyor! Varlığın temel sorgulanması nezdinde ne kadar aynı nüveden çıkmış olsa da varoluşçuluk mütemadi bir şekilde – sancılarıyla birlikte – bireyi ‘var olma’ya itiyor, var olurmuş gibi yapmaya değil.
Bireyin hakikat arayışında başka bireylere olan bağlılığı da bir başka mesele. Buna geçmeden evvel genellikle varoluşçuluğun bireyin kendi aklî dehlizlerinde – kendisiyle – giriştiği bir mücadele olduğunun altını çizmek gerek. Varoluşçu birey her şeyden evvel kendisini gerçekleştirmek güdüsünde olduğu için bir şekilde kendi nefsiyle mücadeleye başlar.[3] Bu savaşım esnasında bireyin neden var olduğu, neden yaşadığı, nasıl (şeylere) anlam atfedebileceği gibi onlarca – zahirî olarak beylik, bâtınî olarak ölümcül – mefhumun bireyi götüreceği varoluşsal kriz yukarıdaki yol ayrımından saptıktan sonra çok geçmeden tenha yolun sağında veya solunda görülebilecek bir şey. Görüp geçilecek, değil.[4] Aynı şekilde kendi edimlerinin – yanlış veya doğru olsun – bu varlık dünyasında bulacağı yankılar da bireyin aklının içinde sonsuz kere yankılanabilir. Öte yandan Yusuf Atılgan’ın öykülerinin derlendiği kitaptaki bir öyküsünde “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu” diye söylenirken, bu ifade hem bireyin kendi başaramamışlığını hem de toplumun varoluşsal beklentileri hayal kırıklığına uğratmadaki kabiliyetini göstermesi açısından varoluşçuluğun çıkmazını – birey ve toplum arasında kalmışlık – ortaya sermektedir.[5] Yine Atılgan’ın Aylak Adam’ında aradığı o mükemmel kadın – ve aslında bunun hiç varolmadığı/varolmayacağı olgusu – her şeye rağmen C.’ye bir ‘yaşama itkisi’ sağlamaktaydı.
O hâlde şu soru sorulmalı: Nasıl var olmalı (‘Var olmalı mı?’ gibi aslî bir sorunun götüreceği nihaî erekten ötürü sormak bile gereksiz)? Sartre’ın Varoluşçuluk adlı derleme kitabında belirttiği gibi[6] her sanatçı kendini var etmek için çabalarsa da modernitenin tektipleştirdiği, kapitalizmin sonsuz tüketim sarmalına sardığı ‘sıradan’ bir bireyin var olma kaygısı hâlâ aynı güçlüğüyle yerinde durmakta. Elbette böylesine öz bir soruya cevap vermek – ne burada ne başka bir yerde – mümkün değil, ancak sorulan soruların açacağı ufuklardan varoluşçuluğa ilişkin bir varoluş yakalanabilir. Var olmanın ağırlığıyla mücadele ederken varoluşçuluk bu sancılı varoluştan – ebedî olmasa da – nadir sahneleri yakalama, biriktirme çabası olarak dile getirilebilir. Ne de olsa, Camus’nün ‘yabancı’sı olmaktan veya Sartre’ın tasvir ettiği ‘bulantı’dan kaçış olmamakla birlikte bunlara rağmen birey kendini, bağlı olduğu atomize olmuş toplum dâhilinde, anonim sahnelerle bile, varoluşunu anlamlı bulabileceği ‘nadir-sahne-kumbarası’na dönüştürebilir. Şöyle bir örnek, karanlık bir varoluşçu için bile kendi edimlerinin mükafatı olarak ilelebet olan ‘varlık’ okyanusunda bir zerre olarak manidâr olabilir. İçinde bulunduğu buhranı alt etmek için değil ama halının altına çekmek için gün-aşırı köşedeki tekelden birkaç şişe bira almayı alışkanlık etmiş biri, günün birinde – âdet olduğu veçhile – birasını alıp, parasını verdikten ve dahi dükkânı terk ettikten sonra arkasından gelen “Hey!” hitabını müteakip duyduğu “Sen sıcak biralardan aldın, gel değiştirelim”i duydu. Tekel sahibinin seslenmesinin ardından dükkânda elindeki kara poşete konan soğuk biralardı o an ‘varoluş’. Bu yaşanmışlık anlık da olsa yaşamı, var olmayı ve benliğini billûrlaştırabilir. Bu şablonun temelinde yatan ‘insaniyet’ arkaplanının hakikati teşkil ettiği kabul edilirse, yozlaşmanın saatte bilmem kaç kilometre hızla yayıldığı günümüzde daha da değerli bir varoluş veçhesi olabilir. Elbette böylesi bir örnek – karikatürize olmaktan öteye gidemeyerek – felsefî derinlikten uzak ancak yine de arz ettiği tepki vesilesiyle var olmanın ağırlığının kimi zaman böylesi sahnelerle hafifleyebileceğinin en nadide sahnesi.
![]() |
Gustav Klimt, Study for Philosophy 1898-99 |
Sonuçta, insanın varoluşu ile yaşama dâhil olması – tüm tezatıyla birlikte – diğer insanlara bağlıdır. Elbette günümüz toplum yapısında, insanın diğer insanlara kurduğu ilişkilerin yüzeyselliği ve insanın varsayılan olarak ‘atomize’ bir yaşam sürdürmesi ile birlikte bu dâhil olma karmaşık görünebilir. Sartre, bunun bilinciyle, yine de varoluşçuluğun iyimserliğini korumayı seçiyordu:
“Bilir ki desteksizdir kişi, yardımsızdır, her an insanı bulmak (keşfetmek) zorundadır. Güzel bir yazısında, ‘İnsan insanın geleceğidir,’ demişti Francis Ponge. Çok yerinde bir söz. Gelgelelim, “Gelecek gökyüzünde yazılıdır. Tanrı onu görür, yönetir,” diye anlamak da yanlıştır bu sözü. Çünkü o zaman adı geçen gelecek, gerçek bir gelecek olmaktan çıkar.Nitekim, varoluşçuluk ile var olma sancısı arasında seyreden bu ikircikli güzergâh boyunca her daim karaltıya gark olmamak gerektiği gibi aksine bireyin varoluşçuluğu her ne kadar gözündeki perdeyi kara tonlara bürüse de bu kendi varlığı dışındakilerden vazgeçebileceği anlamına gelmez. Ne de olsa karanlık bir bunaltı içinde de olsa varoluşçuluk maddî veya manevî olsun aşkın bir hakikati arar ve bu hakikat sadece bireyin edimlerinde değildir. Bireyi topluma bağlayan – ve bir nevi cehennemleşen – bu olgu varoluşçuluğun temel ikilemi olmakla birlikte, bireyin varoluşçuluğunu da anlamlı kılacak bir aynadır.[8] Ters bir teşbihle de olsa, bâtını karanlık olan birey, bu karanlığı işleyerek, bazen dişleyerek, zahirinde aydınlık bir kişiye dönüşebilir. Ki bu da Sartre’ın – romanlarında olmasa da – çizmekte olduğu dönüşümcü varoluşçuluğa oldukça uyar. ‘Cehennem’ olan başkaları, mutlak zaman ve mekânda bir zerre olarak da olsa ‘cennet’ olabilir.
Onun için bu sözü, ‘Ne olursa olsun, insanın yapacağı bir gelecek vardır, el değmemiş bir yarın onu bekler,’ diye anlamak doğru olur. Ama bu durumda da insan kendi başına bırakılmış olur.”[7]
İTC
[1] Albert Camus, Tersi ve Yüzü, s. 34-5.
[2] Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği.
[3] Böylesi bir mücadelenin tasavvufî görüş ve pratiklerle taşıdığı ortaklık da gözden ırak tutulmamalı. Nitekim işin ‘manevî’ kısmına dair olan mücadelenin yeri ne yazık ki burası değil.
[4] Böylesi bir kriz için, bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Existential_crisis
[5] Yusuf Atılgan, Bütün Öyküleri, s. . Aynı şekilde Sartre’ın ünlü sözü “Cehennem başkalarıdır” bu durumun bir nevi vecizesidir.
[6] “İnsan, bir girişimler zinciridir” diyerek çizdiği iyimser tabloya insanın dehasının ve yaratıcılığının varoluşçu eklenimi için, Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, s. 57.
[7] Sartre, Varouluşçuluk, s. 48-9
[8] Bu aynaya, içteki karanlığın, sapkınlığın, pisliğin (ki hepsi insan doğasının bir veçhesi olarak kabul edilmelidir) bastırılmasını hicvederek, varoluşçuluğun bir diğer ikilemine parmak basan ve bu bağlamda insan aklı ve insan sıfatı arasında karanlık ve yırtıcı bir varoluşçuluk resmeden Witold Gombrowicz, İTC’nin bir sonraki yazısının temel öznesi olacaktır. Gombrowicz, nihilizmden beslendiği kadar statü ve mefhumların birey’e atfettiği ‘belirli’ durumlardan doğan baskıyı temel alarak – tabir-i caizse – varoluşçuluğun karanlık tarafına geçmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder