(...)
- Söylesene, Mart, ya, yarın ateşi sabah yaksak, bütün gün yansa, şimdi olduğu gibi?
Ha, söylesene? Ne kadar kalır bize? Büroda bir yarım çeki var...
Maşa uzun zamandırKutup Bürosuna kadar gidemiyordu, bilemezdi ki... - Daha güçlü, düğüm, daha güçlü!
- Yarım çeki mi? Daha fazla! Sanıyorum orada...
Birden ışık: saat tam on olmuştu. Martin Martiniç cümlesini bitirmeden gözlerini kırpıştırdı ve arkasını döndü: ışık karanlıktan daha korkunçtu. Işıkta her şey görülüyordu, buruşmuş, killi yüzü (bugünlerde, çok fazla killi yüzlü insan görülüyordu: Adem'e dönüş). Ama Maşa devam ediyordu:
- Biliyorsun, Mart, deneyeceğim... belki kalkarım, eğer ateşi sabah yakarsan.
- Oh, Maşa, tabiî... Böyle bir günde... Sabahtan, evet, evet...
Mağara Tanrısı uyuyordu, sadece ara sıra çıtırdayarak. Aşağıdan, Obertiçev'lerden, bir taş baltanın bir sandaldaki yongaları kestiği duyuluyordu - Martin Martiniç'i ikiye ayıran bir taş balta. Martin Martiniç'in bir yarısı peksimet yapmak için kurutulmuş patates kabuklarının öğütüldüğü kahve değirmeninin kalıbı gibi kilden bir tebessüm gösteriyordu Maşa'ya; öbür yarısı ise dalgınlıkla bir odaya girmiş kuş gibi kör bir inatla campara, yere, duvarlara çarpıyordu. "Odun bulmalı... odun... odun bulmalı..."
Martin Martiniç paltosunu giydi, deri bir kemerle belini sıktı (mağara adamlarının boş inanlarına göre bu ısıtıyordu.), şifonyerin köşesindeki kovayı aldı.
Yevgeni Zamyatin, Mağara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder