انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

13 Aralık 2012

Sevinç

    (...)
   Gizem'in bölümüne gittim. Bir iki kişiye sordum, kantine bak dediler. Kantinde arkadaşlarıyla oturuyordu. Uzaktan baktım. Özgüvenim bir anda çöktü, bir çekingenlik geldi üstüme. Lüzumsuz yere yaratılmış heyecanların sıkıntısı, birdenbire utanca dönüşen arzular. Benim hayatımın özeti bu zaten. Hatırladıkça tüylerimi diken diken eden utançlar silsilesi. Piknikte küfür, deliye sözlü taciz, annemin oda baskını, Gizem'i öpüş... Bu kadar yetmedi mi? Demek yetmemiş. Ruhumda daha da alçalmak isteyen bir potansiyel varmış. Yanına gittim. Çiçeği uzattım. "Teşekkür ederim Gizem," dedim titreyen bir sesle. "94 aldım." Arkadaşları biraz alaycı güldüler sanki. Ya da bana öyle geldi işte. 
   "Biraz yalnız konuşabilir miyiz?"
   Başka masaya geçtik. Çiçek öbür masada kaldı.
   "Sevindim," dedi.
   "Neye?"
   "94 almışsın."
   "Aslında 72 aldım ama arkadaşlarının yanında söyleyemedim böyle ortalama bir başarıyı."
   Annemin babamın hatırını sordu. Öpüşme olayından hiç bahsetmeyeceğini anladım.. O yüzden durup dururken özür dilememin de anlamı kalmamıştı. Özür dilemeyi de sevmem zaten, telefon açtık, çiçek aldık, teşekkür ettik. Daha ne yapalım? Ders anlatırken kırk yılda bir yanlışlıkla dizlerime değen o güzel dizlerine mi kapanalım?
   "Sana bir çay alayım," dedi, kalktı. Üniversite rahat bir yer, herkes kendi halinde, çay sigara, hocalarla senli benli muhabbetler, karşıt görüşlü öğrenciler arasında çıkan kavgaları heyecanı, her şeyden önemlisi kafanı ne tarafa çevirsen bir sürü güzel kız var. Adamın zihni açılıyor, Gizem'in güzelliğini fark etmek için bile çok dikkatli gözlere sahip olmak lazım. Zaten üniversiteye giden bir daha çıkmak istemiyormuş, yok yüksek lisans yok doktora, bütün bu akademik kariyerlerinin ardında üniversiteye ilk kez girilen o günün şaşkınlıkla karışık sevinci olsa gerek.

   Gizem iki çay ve sekiz şekerle döndü. Yedisini ben attım, nasıl içtiğimi unutmamış. düşünceli kız. Yazın ders olayını açtım. Yine, "Olmaz," dedi. Yüz elli liraya kadar çıkmayı kafaya koymuştum, cepte var kırk, babam verecek altmış, elli de annemden tırtıklarım, ilk ders ücreti tamam. İkincisi için de artık Allah kerim. Durumu anlatırız bir şekilde. Belki dersten sonra beş on dakika vakti olur, balkonda oturur, çekirdek çitleriz, ice-tea içeriz. Sonra çıkarız, otobüs durağına kadar geçiririm kendisini. Otobüse biner, öğrenci kartını gösterir, otobüs hareket ettiğinde acaba hala durakta bekliyor muyum diye bakar, el sallarım, gülümser. Alçakgönüllü arzular işte, olduğu kadar... 
   "Konu paraysa sorun değil Gizem. Don't worry."
   "Sorun para değil. Amerika'ya gidiyorum."
   "Nasıl ya?"
   "Fulbright bursuyla."
   "Ne zaman dönersin?"
   "İki üç sene sonra."
   "Sevindim," dedim. Müthiş üzgün olduğum halde, duygularımı saklamasını çok iyi beceren gerçek bir centilmen gibi kalktım. El sıkıştık. Acaba arkadaşlarından biri ders verir mi diye ağzını yoklayacaktım ama sustum, bu kadar karizma yaptıktan sonra geri dönüş zor. Herkeste aynı tutku var, birbirinin zihninde en karizmatik haliyle yer etmek. Kapıya yürüdüm. Çıkarken dönüp bir daha baktım. Sonuçta öptüğüm bir insan kendisi. İnsan hayatında kaç tane üniversiteli kız öpebilir ki? Hadi bunu geçelim, on üç yaşında hangi itoğluit Fulbright bursuyla Amerika'ya gitmek üzere olan bir kızı öpebilmiştir. Eldeki kaynaklarla ancak bu kadar olur. 
   (...)



   Emrah Serbes, Erken Kaybedenler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder