“Sakallarımı keseyim bari,” diyor
kendine, devamı gelmiyor. Sesi kısık spor spikeri sehpadaki biraya kaş göz
ediyor.
“İç ve sız…” demiyor. Gözleriyle
selektör yapıyor.
“Give me the drink of the
fluid that disintegates”[i]
ile amerikanca mukabele ediyor, spiker anlamıyor. Maç skorlarını arz etmek daha
kolay.
Sönmezken bu kül tablalarında
yanan alımsı tütün, zaman geç. Muhtemelen üst katlarda bir adam kadının içine
erken boşalıyor, bambaşka bir kadın bu erken boşalmanın boşaltmadıklarını
karnında okşuyor. Bambaşka bir adam kalkmayan sikinden ötürü her şeyi kaldırıp
atıyor. Aklında. Belki de odasında. Güzel bir kadınsa ağlıyor. Müsebbibi
ağlamıyor. Bir mesaj iletisi sesi, bir mektup hışırtısı. Yok. Mutlak. Zaman,
tüm bunların saati. Güneş-temelli algılarda ‘gece’... Alt katta ölü yiyici[ii]
yığından başka bir şey yok. Ona yakın yaşamak, üşütüyor. Aklen üşümüşleri de
donduruyor.
N. ise gülüyor. İçiyor. Şimdiki
zamana alışıklığı da olmadığından haybeye eğleniyor. Yalan. Birkaç gün öncesinde
ağladı N. bira ve o güzelim rakı alaşımından çok sonra. O hâlde evi bulup
kendini bulamamanın ağırlığıyla. Ağladı. Kaybetti. Hatta ortaya en olmadık
karanlık sahneleri renklere bulamış hâlleriyle çıkardı, beğenilmedi. Her şeyi
kaldırıp sanatına olan kaş çatan mütalaayı kaldıramadığından tahterevalliyi
kaldırmadı. Bindi. Diğer ucu arza doğru indiremeyince yetersizliğini – kimi
istanbulzâdelerin ‘hafiflik’ dediği – anladı. Sakallarına Akdeniz’e ulaşmak
isteyen Rus şevkinde hücum eden gözyaşları ve Bulgaristan’da aralarına katılan
sümükle karışık bulamacı sevmiyordu. Bulanıktı işte. O yüzden terastı,
bir vakt-i ikindi keşfettiği, bu nihayet-i çıkmaz.
N. üşenmeden eline aldığı kalemle
yazıyor. Düşmüş ve düştüğü yerden bağırmaktan feci şekilde tereddüt eden
adamlara özenerek bir şeyler yazacağını düşünürken, yazıyor. Postmodern.
“Bir adamı A(kıl) musluğu 1,5
saatte dolduruyor. En tazyikli olarak, gözlerini (Buradaki sızıntıyı yok
sayınız, Pi’yi üç aldığınız günleri yâd ediniz). Bir başka B(ira) musluğu ise
aynı adamı 45 dakikada boşaltıyor. Bu iki musluk birlikte açılmıyor. (Lânet
olsun!). B musluğu yaklaşık üç saat açık tutulduktan sonra (kuruyup gitme
istenci) A musluğu kaç saat açık tutulmalıdır ki bu adam tam anlamıyla
dolsun?”
Şark kurnazlığıyla gülüyor.
İçerek. Aklındaki diğer muazzam projeyle
de boka batmış keyfini zerresine kadar yaşıyor. “Üç günde kendi kendinize
konuşma (KKK) kursu”. Spikere artık pas
vermiyor. Oysa evi, gün kararmadan iki saat önce kararan bir kuytu. Uzak
gelecekten getirdiği, ve en şımarık üfürüğüyle tozu havaya kaldırdığı, coğrafya
bilgisiyle kendini coğrafî olarak konumluyor. Kendi şehr-i İstanbul’dayken geri
kalan karanlığının şarka düşmesi hoşuna gidiyor. Gün ağaracak. Bu kuytuda gün
iki saat erken ağarsaydı külliyen şarkî olurdu. En küçük ortak bölenini bir
bulsa ağzının orta yerine bir tane indirecek, hatta envai çeşit hakaretamiz
manşetleri yapıştırdıktan sonra “İşte o bölücü!” diye afişe bile edecek, sonra
o afişleri utana sıkıla toplayacaktı. Gülüşünde bulunacak bilmemkaçpromil
alkolün bir ‘erken uyarı sistemi’ olarak gözlerine doğru organize ve kolektif
bir akın yapan yaşların farkına vardığından, gülmüyor. Bomboş bir yüz. Spikeri
özlüyor. Küfür. Yine de dediğini yapmaktan başka bir şey bulmuyor. Çünkü
biliyor, bazen insanlar bir başkasının dediğini yapmaya o denli muhtaç
kalıyorlar ki… Şüphesiz ki allah bunu bilse – vâkıf olabilecek kertede ehl-i
vukuf olsa – yasaklardı. Yasaksız ve allahsız şekilde battaniye altına giriyor.
* * *
“Marx sanırım haklı değildi la,”
diye atılıyor; atılganlığının arasına sıkıştırdığı kuyruğuyla “Bunu diyecek en
son herif ben olsam da”larda mütereddit bekleyip, yeşil ışığın saniyelerini
“sınıf değil de hayat mücadelesi var bildiğin”le hitam ediyor. Çekimserliği
kendinden ve menkul, kendinden menkul olmayan, askıya asılan gömlek
ciddiliğinde taarruz ediyor. “Darwin’i falan karıştırma sakın!”la
merdivenlerden hızla inen cevvallikte çarpıyor, özür dilemiyor.
“Çok tanıdık sularda yüzüyorsun,
keşke uluslar arası yüzmeyi bilsen”le alenen anlıyor, anlamazlıktan geldiği
heronsaniye için prim aldığından zamana oynuyor ibne.
“İnsanlar mücadele ediyor la, hiç
görmüyoruz, göstermiyorlar, anlamıyoruz…” Çok keskin bir dalıştan sonra okyanus
genişliğindeki bu engin cümle içinde batacaktı.
“Hayatın anlamsızlığını anlamlı
hâle getirenler…”le primden vazgeçiyor, tazminattan da. İstifa ediyor.
“Girdiği deliklerde korkan
adamlar, açtığı yaraları öz-tamir işine yatıran karılar, onulmaz hırslarıyla
işlerinden başkasını görmeyenleri ben göremiyorum. Onlara baktığımda,” derken,
bölünüyor, parçalanıyor, katılaşıyor. Sükût.
“Duvarlar görüyorsun, kendinle
onlar arasında, lânet bir mezuniyet için heyecanlanan, bir beklenti yaratıp
sonra eksik karelerini sudoku zekâsıyla dolduranlar…”
“Mücadele yok onlarda. Onlar
becerenler,” becerik sözcüğünü becerme isteği dudağının ucunda beklerken “bir
de beceremeyenler var”lıyor. “Dünyada iki sınıf var la işte, acıyanlar ve
acıtanlar!”
“Acıyanları örgütlemek zor di mi
ama?”
“Elbette sittin tane sınıfı var,
yok yere canı acıyanından, bağrında, aklında ve bazen de kuş yuvasında[iii]
biriktirdiklerinin ağırlığını salt her gün tartmaktan canı acıyanlar…”
“Çok ergen oldu…”ydu doğruluğunu
tasdik için herhangi bir aklî sertifikaya müracaat etmedi. Anlaşılırdı.
“Belki de bu, ergeniz. İnsanlar
doğal güzergâhları boyunca büyüyor, bu yamuklukları düzleştirecek bir şeyler
buluyor,”
“Az önce listelediğin şeyler
gibi,” araya girmenin pahasını parlayan dişleriyle ikame ediyor, ne doğru
yapıyor.
“Aynen! Biz buralarda sıçmışız.
Bir şey beklerken aslında hiçbir şey beklemememiz gerektiği, her şeyin olduğu
gibi aktığı nehirlerde yıkanmamız gerektiğini şu sikik kafalarımız almamış.”
Aklında beliren sahne – ve salisesinde varlığına saplanan acıyla – bile
kafasının almadığına delaletti. Duruldu. Kurumadı ama. İçi.
“Takıldın. ‘Ben kimseden bir şey
beklemiyorum’un ağırlığı altında kalıp kalmamayı değil, hangi şekilde kalırsam
daha seksi ezilirimi yaşıyorsun”la kanepelere uzanan delibozmaların bir numara
psikologu olabilecek süksede devamla “Bu cümleyi bu kadar sıklıkla duymak,
sağlığımızı bozuyor galiba…”
“Ayda kaç kaşık ‘ben kimseden bir
şey beklemiyorum’ almak gerek la, sağlıklı yaşamayı sürdürmek için…”
“Hiç…” bilmediği zaman ardına
sığındığı ‘bilmiyorum’ların yerine daha ağır makineli bir silah bulmanın
acılığıyla susuyor.
“Ben de öyle tahmin etmiştim…”
“Şunu biliyorum ki,” amerikanca
başladığı cümleyi şarkta bitirerek şarkiyatçılığı alt edeceğini düşünecek ve
tüm bölünmüşlükleri diyalektik ahrete sevk edecek masumiyette “her şey ‘Ben bu
kadını çok beğeniyorum’la başlıyor ve bitiyor…”
* * *
Her şey ve herşey arasındaki tek
boşlukla her şey ve hiçbir şey arasında gezilebileceğini biliyordu N.,
bilmezliğin iksiriyle de seviyeli ilişkisini sürdürürken. Lakin bu iki engin ve
parçalayan, bölen, çırpan uç arasında kalan ruhtan neden acı çeken insanları
yeni yeni görmeye başladı. Elbette içti. Spikeri açmadı bile. Asabi. “Hiçbir
şey bu evde yaşamaktan daha çok acı veremez”inin ağırlığını silikonla
ağırlaştırarak devam edebilirdi yaşamaya. Kalkıp etrafı kurcalamaya başladı.
Gözüne ilişenler – aklına ilişenlerin tetikçisi olduğu – birkaç parça kâğıt
tomarıydı. Vakt-i zamanında kumarıydı.
Radyoda çalan şarkı ‘Precious’ idi, ancak bedenindeki elektrik akımı aynı kanıda değildi. Uzatmadı,
elindeki gazeteyi kurcalamaya başladı; işsizlik değerliydi, rakamsal olarak;
borsadaki hisseler kırmızıydı, aşağı dönük ok. Böyle bir ekonomide ‘her şey
mümkün’dü. ‘... Hissî Kıymetler Borsası’ndaki rakamlara gözü çarptı. Sonra
içindeki çarpıntı da azıttı. Kırmızı okluların arasında, onca boklu hissî
sermayedarca elden çıkarıldığını gördü. Acı güldü, aklına acıçikolata geldi;
pankrasına sancı saplamak istemedi. Hayatında ilk kez listede üst basamaklara
girmişti, tersten de olsa. Ebeveynleri sevinir miydi kestiremedi: ‘yılın en çok
değer kaybedenleri’... Kendisini kaybettirenleri bir anda kaybetti. Önce
aklından akabinde telefon defterinden. Takıntılıydı. Diğer mazlum hissî
kayıplara baktı, tanıdık görmek amacıyla. Bulamadı, oysa uyarmışlardı:
“...yıldansonramutlakahissîkıymetlerindebirgerilemeolacaktır”. En sevdiği uyarı
‘Önce Güvenlik’ yazan işçi resmi olsa da uyarıya uymayanlardandı. Yakında
havarileri de olacaktı. Gazeteyi attı, telefona yetişti olduğu yerde. ‘iflas’
edilince nereyi araması gerektiğini bilmiyordu. Hissî kıymetinin ırzına
geçenlerle hissî kıymetini piyasada alıp satanlar hatta hissî kıymetler borsası
arasında kaldı. Debelenmedi. Bilinmeyen numaraları aradı. 11880. “İflas ettim,
bir bok değilim” dedi telefondaki sesli kayıda, kayıt “A ne ayıp!” deyip
ayıplamadı. O an anladı değerini. Zahirî. Kapattı telefonu.
A musluğunu da kapattı.
Gözleriyle çoktan çökmüş karanlık köşelerdeki örümceklere bakınarak, “Ben
depresyonda değilmişim la,” diye seslendi, “dünya depresyonda!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder