انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

1 Nisan 2012

Problem


   “Sakallarımı keseyim bari,” diyor kendine, devamı gelmiyor. Sesi kısık spor spikeri sehpadaki biraya kaş göz ediyor.
   “İç ve sız…” demiyor. Gözleriyle selektör yapıyor.
   “Give me the drink of the fluid that disintegates[i] ile amerikanca mukabele ediyor, spiker anlamıyor. Maç skorlarını arz etmek daha kolay.
Sönmezken bu kül tablalarında yanan alımsı tütün, zaman geç. Muhtemelen üst katlarda bir adam kadının içine erken boşalıyor, bambaşka bir kadın bu erken boşalmanın boşaltmadıklarını karnında okşuyor. Bambaşka bir adam kalkmayan sikinden ötürü her şeyi kaldırıp atıyor. Aklında. Belki de odasında. Güzel bir kadınsa ağlıyor. Müsebbibi ağlamıyor. Bir mesaj iletisi sesi, bir mektup hışırtısı. Yok. Mutlak. Zaman, tüm bunların saati. Güneş-temelli algılarda ‘gece’... Alt katta ölü yiyici[ii] yığından başka bir şey yok. Ona yakın yaşamak, üşütüyor. Aklen üşümüşleri de donduruyor.
   N. ise gülüyor. İçiyor. Şimdiki zamana alışıklığı da olmadığından haybeye eğleniyor. Yalan. Birkaç gün öncesinde ağladı N. bira ve o güzelim rakı alaşımından çok sonra. O hâlde evi bulup kendini bulamamanın ağırlığıyla. Ağladı. Kaybetti. Hatta ortaya en olmadık karanlık sahneleri renklere bulamış hâlleriyle çıkardı, beğenilmedi. Her şeyi kaldırıp sanatına olan kaş çatan mütalaayı kaldıramadığından tahterevalliyi kaldırmadı. Bindi. Diğer ucu arza doğru indiremeyince yetersizliğini – kimi istanbulzâdelerin ‘hafiflik’ dediği – anladı. Sakallarına Akdeniz’e ulaşmak isteyen Rus şevkinde hücum eden gözyaşları ve Bulgaristan’da aralarına katılan sümükle karışık bulamacı sevmiyordu. Bulanıktı işte.  O yüzden terastı, bir vakt-i ikindi keşfettiği, bu nihayet-i çıkmaz.
   N. üşenmeden eline aldığı kalemle yazıyor. Düşmüş ve düştüğü yerden bağırmaktan feci şekilde tereddüt eden adamlara özenerek bir şeyler yazacağını düşünürken, yazıyor. Postmodern.

Bir adamı A(kıl) musluğu 1,5 saatte dolduruyor. En tazyikli olarak, gözlerini (Buradaki sızıntıyı yok sayınız, Pi’yi üç aldığınız günleri yâd ediniz). Bir başka B(ira) musluğu ise aynı adamı 45 dakikada boşaltıyor. Bu iki musluk birlikte açılmıyor. (Lânet olsun!). B musluğu yaklaşık üç saat açık tutulduktan sonra (kuruyup gitme istenci) A musluğu kaç saat açık tutulmalıdır ki bu adam tam anlamıyla dolsun?”


   Şark kurnazlığıyla gülüyor. İçerek.  Aklındaki diğer muazzam projeyle de boka batmış keyfini zerresine kadar yaşıyor. “Üç günde kendi kendinize konuşma  (KKK) kursu”. Spikere artık pas vermiyor. Oysa evi, gün kararmadan iki saat önce kararan bir kuytu. Uzak gelecekten getirdiği, ve en şımarık üfürüğüyle tozu havaya kaldırdığı, coğrafya bilgisiyle kendini coğrafî olarak konumluyor. Kendi şehr-i İstanbul’dayken geri kalan karanlığının şarka düşmesi hoşuna gidiyor. Gün ağaracak. Bu kuytuda gün iki saat erken ağarsaydı külliyen şarkî olurdu. En küçük ortak bölenini bir bulsa ağzının orta yerine bir tane indirecek, hatta envai çeşit hakaretamiz manşetleri yapıştırdıktan sonra “İşte o bölücü!” diye afişe bile edecek, sonra o afişleri utana sıkıla toplayacaktı. Gülüşünde bulunacak bilmemkaçpromil alkolün bir ‘erken uyarı sistemi’ olarak gözlerine doğru organize ve kolektif bir akın yapan yaşların farkına vardığından, gülmüyor. Bomboş bir yüz. Spikeri özlüyor. Küfür. Yine de dediğini yapmaktan başka bir şey bulmuyor. Çünkü biliyor, bazen insanlar bir başkasının dediğini yapmaya o denli muhtaç kalıyorlar ki… Şüphesiz ki allah bunu bilse – vâkıf olabilecek kertede ehl-i vukuf olsa – yasaklardı. Yasaksız ve allahsız şekilde battaniye altına giriyor.

*          *          *

   “Marx sanırım haklı değildi la,” diye atılıyor; atılganlığının arasına sıkıştırdığı kuyruğuyla        “Bunu diyecek en son herif ben olsam da”larda mütereddit bekleyip, yeşil ışığın saniyelerini “sınıf değil de hayat mücadelesi var bildiğin”le hitam ediyor. Çekimserliği kendinden ve menkul, kendinden menkul olmayan, askıya asılan gömlek ciddiliğinde taarruz ediyor.    “Darwin’i falan karıştırma sakın!”la merdivenlerden hızla inen cevvallikte çarpıyor, özür dilemiyor.
   “Çok tanıdık sularda yüzüyorsun, keşke uluslar arası yüzmeyi bilsen”le alenen anlıyor, anlamazlıktan geldiği heronsaniye için prim aldığından zamana oynuyor ibne.
   “İnsanlar mücadele ediyor la, hiç görmüyoruz, göstermiyorlar, anlamıyoruz…” Çok keskin bir dalıştan sonra okyanus genişliğindeki bu engin cümle içinde batacaktı.
   “Hayatın anlamsızlığını anlamlı hâle getirenler…”le primden vazgeçiyor, tazminattan da. İstifa ediyor.
   “Girdiği deliklerde korkan adamlar, açtığı yaraları öz-tamir işine yatıran karılar, onulmaz hırslarıyla işlerinden başkasını görmeyenleri ben göremiyorum. Onlara baktığımda,” derken, bölünüyor, parçalanıyor, katılaşıyor. Sükût.
   “Duvarlar görüyorsun, kendinle onlar arasında, lânet bir mezuniyet için heyecanlanan, bir beklenti yaratıp sonra eksik karelerini sudoku zekâsıyla dolduranlar…”
   “Mücadele yok onlarda. Onlar becerenler,” becerik sözcüğünü becerme isteği dudağının ucunda beklerken “bir de beceremeyenler var”lıyor. “Dünyada iki sınıf var la işte, acıyanlar ve acıtanlar!”
   “Acıyanları örgütlemek zor di mi ama?”
   “Elbette sittin tane sınıfı var, yok yere canı acıyanından, bağrında, aklında ve bazen de kuş yuvasında[iii] biriktirdiklerinin ağırlığını salt her gün tartmaktan canı acıyanlar…”
   “Çok ergen oldu…”ydu doğruluğunu tasdik için herhangi bir aklî sertifikaya müracaat etmedi. Anlaşılırdı.
   “Belki de bu, ergeniz. İnsanlar doğal güzergâhları boyunca büyüyor, bu yamuklukları düzleştirecek bir şeyler buluyor,”
   “Az önce listelediğin şeyler gibi,” araya girmenin pahasını parlayan dişleriyle ikame ediyor, ne doğru yapıyor.
  “Aynen! Biz buralarda sıçmışız. Bir şey beklerken aslında hiçbir şey beklemememiz gerektiği, her şeyin olduğu gibi aktığı nehirlerde yıkanmamız gerektiğini şu sikik kafalarımız almamış.” Aklında beliren sahne – ve salisesinde varlığına saplanan acıyla – bile kafasının almadığına delaletti. Duruldu. Kurumadı ama. İçi.
   “Takıldın. ‘Ben kimseden bir şey beklemiyorum’un ağırlığı altında kalıp kalmamayı değil, hangi şekilde kalırsam daha seksi ezilirimi yaşıyorsun”la kanepelere uzanan delibozmaların bir numara psikologu olabilecek süksede devamla “Bu cümleyi bu kadar sıklıkla duymak, sağlığımızı bozuyor galiba…”
   “Ayda kaç kaşık ‘ben kimseden bir şey beklemiyorum’ almak gerek la, sağlıklı yaşamayı sürdürmek için…”
   “Hiç…” bilmediği zaman ardına sığındığı ‘bilmiyorum’ların yerine daha ağır makineli bir silah bulmanın acılığıyla susuyor.
   “Ben de öyle tahmin etmiştim…”
  “Şunu biliyorum ki,” amerikanca başladığı cümleyi şarkta bitirerek şarkiyatçılığı alt edeceğini düşünecek ve tüm bölünmüşlükleri diyalektik ahrete sevk edecek masumiyette “her şey ‘Ben bu kadını çok beğeniyorum’la başlıyor ve bitiyor…”

*          *          *

Her şey ve herşey arasındaki tek boşlukla her şey ve hiçbir şey arasında gezilebileceğini biliyordu N., bilmezliğin iksiriyle de seviyeli ilişkisini sürdürürken. Lakin bu iki engin ve parçalayan, bölen, çırpan uç arasında kalan ruhtan neden acı çeken insanları yeni yeni görmeye başladı. Elbette içti. Spikeri açmadı bile. Asabi. “Hiçbir şey bu evde yaşamaktan daha çok acı veremez”inin ağırlığını silikonla ağırlaştırarak devam edebilirdi yaşamaya. Kalkıp etrafı kurcalamaya başladı. Gözüne ilişenler – aklına ilişenlerin tetikçisi olduğu – birkaç parça kâğıt tomarıydı. Vakt-i zamanında kumarıydı.

Radyoda çalan şarkı ‘Precious idi, ancak bedenindeki elektrik akımı aynı kanıda değildi. Uzatmadı, elindeki gazeteyi kurcalamaya başladı; işsizlik değerliydi, rakamsal olarak; borsadaki hisseler kırmızıydı, aşağı dönük ok. Böyle bir ekonomide ‘her şey mümkün’dü. ‘... Hissî Kıymetler Borsası’ndaki rakamlara gözü çarptı. Sonra içindeki çarpıntı da azıttı. Kırmızı okluların arasında, onca boklu hissî sermayedarca elden çıkarıldığını gördü. Acı güldü, aklına acıçikolata geldi; pankrasına sancı saplamak istemedi. Hayatında ilk kez listede üst basamaklara girmişti, tersten de olsa. Ebeveynleri sevinir miydi kestiremedi: ‘yılın en çok değer kaybedenleri’... Kendisini kaybettirenleri bir anda kaybetti. Önce aklından akabinde telefon defterinden. Takıntılıydı. Diğer mazlum hissî kayıplara baktı, tanıdık görmek amacıyla. Bulamadı, oysa uyarmışlardı: “...yıldansonramutlakahissîkıymetlerindebirgerilemeolacaktır”. En sevdiği uyarı ‘Önce Güvenlik’ yazan işçi resmi olsa da uyarıya uymayanlardandı. Yakında havarileri de olacaktı. Gazeteyi attı, telefona yetişti olduğu yerde. ‘iflas’ edilince nereyi araması gerektiğini bilmiyordu. Hissî kıymetinin ırzına geçenlerle hissî kıymetini piyasada alıp satanlar hatta hissî kıymetler borsası arasında kaldı. Debelenmedi. Bilinmeyen numaraları aradı. 11880. “İflas ettim, bir bok değilim” dedi telefondaki sesli kayıda, kayıt “A ne ayıp!” deyip ayıplamadı. O an anladı değerini. Zahirî. Kapattı telefonu.

A musluğunu da kapattı. Gözleriyle çoktan çökmüş karanlık köşelerdeki örümceklere bakınarak, “Ben depresyonda değilmişim la,” diye seslendi, “dünya depresyonda!”




[i] Dark Tranquillity, Lethe
[ii] Türker Armaner, Taş Hücre, Metis, 2000.
[iii] Murat Uyurkulak, Bazuka, Metis, 2011



   İTC

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder