انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

12 Ağustos 2012

Doğa

Perşembe
İnekler
   İnek sürüsünün yanından geçerken, inekler başlarını bana çeviriyor ve ben geçene kadar gözlerini benden ayırmıyor. Corrientes'deki Russovichlerde olduğu gibi. Bu, şimdi olduğu gibi, "beni gören bir inek" meselesi olarak huzursuz etmemişti beni o zaman, bunlar gören bakışlar gibi geliyor bana. Otlak ve bitkiler! Ağaçlar ve otlaklar! Ey, dünyanın yeşil doğası! Kıyıdan ayrılır gibi dalıyorum bu enginliğe ve milyarlarca varlığın mevcudiyeti sarıyor beni. Ey, nabzı atan canlı madde! Gün batımları nefis, yakut bir taçta dizilmiş gibi, dağları ve ışıklı sarkıtlardan kuleleri olan beyaz-kahverengi iki ada serildi önüme bugün. Sonra bu adalar mistik bir gök mavisi ve beni Tanrı'ya neredeyse inandıracak kadar berrak bir körfez yaratarak aktı önümde -ardından ufkun tam üzerinde koyu ve yayılan bir kesiflik oluştu- ve ufka egemen o kahverengi çıkıntılar arasında ışıklı bir nokta, parlaklığın atan yüreği kaldı sadece. Hossana! Bunun hakkında daha fazla yazmak istemiyorum, gün batımları edebiyatta, özellikle bizim edebiyatımızda defalarca resmedildi. 
   Beni başka bir şey ilgilendiriyor. İnek. İneğe karşı nasıl davranmalıyım? 
   Doğa. Doğaya karşı nasıl davranmalıyım?
   Pampa ile çevrelenmiş yolda yürüyorum - ve tüm bu doğa içinde bir yabancı olduğumu hissediyorum, ben, bu insani derimin içinde... bir yabancıyım. Huzursuz edici biçimde farklı. Değişik bir mahluk. Benim insanlığımla doğa arasındaki bu ani zıtlıkta, diğerlerinin olduğu gibi, Polonyalı doğa betimlerinin de hiçbir işe yaramayacağını görüyorum. Bir çözüm talep eden bu zıtlıkta. 
   Polonyalı doğa betimler. Bunlara nice hüner vakfedildi, ama nasıl da vahim bir sonuç çıktı ortaya. Ne zamandır bu çiçekleri kokluyor, gün batımlarında yıkanıyor, yüzümüzü taze yapraklara gömüyor, sabahları içimize çekiyor ve bu mucizeleri tasarlamış Yaradan'ın şerefine bağıra bağıra ilahi söylüyoruz biz? Ama bu alçakgönüllü ve soylu yere kapanış, bu diz çöküş, bu içe çekiş en katı insani gerçekten yani insanın doğal olmadığı, doğaya aykırı olduğu gerçeğinden sadece uzaklaştırdı bizi.
   Eğer bir ferdi olduğum ulus kendi özünde attan farklı olduğunu bir zamanlar hissetmişse, bu, kilisenin öğretisinin ölümsüz insan ruhuna dair bu ulusa nutuk çekmiş olmasındandır sadece. Bu ruhu kim yaratmıştır? Tanrı. Peki, atı kim yaratmıştır? Tanrı. O halde en başından beri at ve insan bir uyum içinde kaynaşmıştır. Aralarındaki zıtlık giderilebilir niteliklidir. 
   Okaliptüslü yolun sonuna dek yürüyorum. Hava kararıyor. Bir soru: Acaba ben, Tanrı'dan yoksun olduğum için, netice itibarıyla doğaya daha mı yakınım, yoksa daha mı uzak? Yanıt: uzağım. Benimle doğa arasındaki bu zıtlık bile, O'nsuz giderilemez - bu konuda başvurulacak bir üst mahkeme de yok. 
   Ama Tanrı'ya inansaydım bile, doğaya karşı Katolik bir tutum sergilemek benim için olanaksız olurdu, bu tüm bilincimle, hissiyatımla çelişirdi - bu ise acı meselesiyle ilgili. Katoliklik insan dışındaki hiçbir yaratığı önemsemez. "Onların" -"onların" yani hayvanların ya da bitkilerin- acısına karşı bu Olimposvari umursamazlığı hayal etmek güç. Bir Katolik için, insani acının bir anlamı vardır -bu kurtuluş düşüncesine dayanır- çünkü insan özgür iradeye sahiptir, yani günahlar için ceza vardır, çünkü gelecek yaşam bu yaşamda çekilen acıları kesinlikle ödüllendirecektir. Ama ya at? Ya böcek? Unutulmuşlar. Onların çektiği acı adaletten yoksun - salt bir umutsuzluk püskürten çıplak gerçektir bu. Aziz doktorların karmaşık diyalektiğini atlıyorum. Kendisine, gereken her şeyi söyleyen adaletin ışığında yürüyen, o adil olmayan acının hudutsuz uçurumuna karşı sağır olan sıradan bir Katolik'ten söz ediyorum. Acı çekerlerse çeksinler! Bir Katolik'in umurunda bile olmaz bu. Onların ruhu yok ne de olsa. Öyleyse çeksinler acıyı - bunun bir anlamı yoktur Katolik için. Evet, insan dışı dünya ile daha az ilgilenecek bir ilim bulmak zordur, onurlu biçimde insani, acımasız biçimde aristokrat bir doktrindir bu ve bunun bizi mutluluk veren bilinçsizlik ve doğaya karşı kutsal bir masumiyet durumuna -ki bu durum sabahlara ve gün batımlarına dair idilsi betimlerimizle ortadır- getirmiş olmasında şaşılacak bir şey de yok, bu noktada.



   Witold Gombrowicz, Günlük II [Kitap-lık 158]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder