(...)
Ama Nihal, gözlerini dikmiş dinliyordu. Bütün iniş çıkışlarda bana eşlik ediyor, gözlerim dolarsa, onun da gözleri doluyor, şakalarıma gülüyordu. Hangi heykelci yarattığı heykele bir de tutup âşık olmaz!
Karaya vurduğumuz günlerden birinde sen de söylemiştin, beni hep şaşırtan bundan sonra da şaşırtacak olan kavrayışınla: "Sen yine kendini sevdin. Bense onu sevdim!" Bu iki kısa cümlede vurgulanması gereken sözcükleri de vurgulamıştın. Her şey olup bittikten sonra konuşuyorduk. Bir güzel oturmuştu içime söylediklerin. Yıllar önce İstanbul'da, bütün tavırlarımda, konuşmalarımda hep "en duygusal, en kırılgan benim" havası olduğunu, bu yüzden yakınlarımı baskı altına aldığımı söylemiştin. Böğrümde tek hamlede sapına kadar soktuğun bıçağınla balkona çıktığımda, İstanbul'un berbat, nemli havasını güç bela içime çektiğimde, doğru söylediğini biliyordum.
"Sen yine kendini sevdin. Bense onu sevdim!"
Benim için aşkın mümkün olmadığını düşünmüştüm birdenbire. Benliğim öylesine irileşmişti ki, onu aşıp bir başkasına, Nihal'e ulaşmak mümkün olmuyordu. Ama içimdeki titreme, ikide bir elimle kaşlarımı yukarı doğru itmeme neden olan heyecan, bir yere, Nihal'in kalbine varabilirmişim gibi hissettiriyordu. Kalpten kalbe bir yol yok mu diyeceksin Çetin! Sen söylemezsen ben söyleyeceğim, her şeyi darmadağın bırakarak, düzenleyerek değil dağıtarak, allak bullak ederek hatırlamaya, yazmaya devam edeceğim. Murat Ağabey'in bir içki sofrasından kalkarken sofrayı toplamaya çalışan ikimize söylediği gibi, "Bırakalım dağınık kalsın."
Şöyle söylenebilir mi: Zaaflarımın üzerine abanarak seviyordum Nihal'i. Tamam mı? Oldu mu böyle? Şimdi devam edelim, iki yıl sonra esip gürlemişiz, çok mu?
Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder