انتحال و تر حقى جمعيتى

The Committee of Undertaking and Plagiarism

28 Nisan 2012

Sanat

    Perşembe
    Colona'da konser. 
   Bugün öğleden sonra, birinin gelişigüzel mırıldandığı bir melodiyle tam orta yerinden vurulan, ama şimdi fraklı bir maistro'nun altına batırılmış bir tepside kokteyl köftecikleriyle birlikte sunduğu müziği tiksintiyle geri çeviren ruhumun keyfiyle kantara vurulduğunda, en iyi virtüözünü esamisi mi okunur? Birinci sınıf lokantadaki yemek, en iyi tadı vermez her zaman. Aslında kendisini mükemmel olmayan bir biçimde, rastlantısal olarak ve kısmen, sadece bana kendi varlığını şöyle bir duyuracak şekilde yorumlama imkansızlığının dışında kendisini belli belirsiz hissettirmeye olanak tanıyarak ortaya koyan sanat, bana hemen hemen her zaman hitap eder. Açık kalmış pencereden caddeye yayılan bir Chopen'i, bütün o ıvır zıvırlarıyla bir konser sahnesine kurulmuş Şopen'e yeğlerim. 
   Bir Alman piyanist, orkestra eşliğinde dört nala kalkmış gidiyordu. Orkestranın çıkardığı sesler bana ninni gibi geldi, bir takım hayallere - anılara dalıp gittim - yine o mesele, hani yarın halletmem gereken - sonra köpeğim Bumfili, foksteriyer... Ben bu haldeyken konser çalışmayı, piyanist de dörtnala koşuşunu sürdürüyordu. Acaba bu piyanist miydi yoksa bir at mı? Burada Mozart'ın falan kimselerin umurunda olmadığına yemin edebilirdim; önemli olan tek şey vardı; acaba bu ayağına tez safkan, Horowitz'in ya da Rubinstein'ın dizginlerini de ele geçirebilir mi yoksa geçiremez mi sorusu. Burada bulunan beycikler ve hanımcıkların zihinleri bir soruyla meşguldü: Bu virtüözün klası neydi; acaba piyanosunun eni Arrau'nunkinin enine, kuyruğu Gulda'nınkinin boyuna denk miydi? Böyle olunca da, seyrettiğim bu şeyin sanki bir boks maçı olduğu hayalini kurdum ve virtüözün yandan bir pasaj darbesiyle Brailowski'ye geçirişini, oktavlarla Gieseking'i yere serişini, titrek seslerle Solomon'u nakavt edişini gördüm. Piyanist miydi, at mıydı yoksa boksör mü? Bana sanki Mozart'ın sırtına atlamıi, onu eze eze ve döve döve ve bir davula vurur gibi vura vura ve mahmuzlarını ona batıra batıra Mozart'ın üzerinde giden bir boksörmüş gibi göründü. O da ne? Bitiş çizgisine vardı! Alkışlar, alkışlar, alkışlar! Jokey attan inmişti ve mendiliyle alnını silerek eğilip selam veriyordu. 
   Locada birlikte oturduğum kontes iç geçirdi: - Mucizevi, mucizevi, mucizevi!...
   Kocası kont da: - Pek anlamam ama, sanki orkestra biraz yetişemedi mi ne...
   Köpeklerine bakarmışçasına baktım onlara! Aristokrasinin nerede nasıl davranacağını bilememesi, öyle sinir edici bir şey ki! Zaten onlardan istenen çok bir şey yok, ama bunu dahi yapamıyorlar! Bu kişiler, müziği, manikürleri ve yapmacık tavırlarıyla birlikte kendilerinin de bir parçası oldukları bir sosyete toplantısı için bahane olduğunu biliyor olmalılardı. Bunu bilmelerine karşın kendi alanlarında, aristokrat salon dünyalarında kalmak yerine sanatı ciddiye almayı istiyor; ona korkularından doğan bir saygı göstermek zorunda olduklarını hissediyorlardı - böyle hissede hissede de kontluktan çıkıp çaylak öğrenciliğin içine düşüyorlardı! İki yüzlülükle söylenilecek, tamamen biçimsel lakırdıları seve seve kabullenirdim... Ama bunlar, içten olmaya çabalıyorlardı... Zavallılar!

24 Nisan 2012

Harç

   (...)
   Tiyurin aşağı inerken, arkasından,
   - Bu pezevenkler, çalışma günlerini neden bu kadar kısa tutuyorlar? Paydos işareti tam işe ısındığımızda veriliyor, diye bağırarak espri yaptı. 
   Elektrik santralinin ikinci katında Şukov, Senka'yla yalnız kaldı. Senka'yla uzun boylu konuşulmazdı nasıl olda. Üstelik ona bir şeyler söylemek gerekmezdi de; çünkü hükümlülerin arasında en akıllısı odur. Sözcüklerin yardımı olmadan anlar her şeyi. 
   Harcı at, tuğlayı yerine yerleştir, üstüne basarak düzgün olup olmadığını kestir. Sonra gene harç, tuğla, harç, tuğla, harç, tuğla...
   Demin Tiyurin'in kendi ağzıyla artık uğraşmamasını söylemesi yeterli değil miydi sanki? Geriye kalanı duvarın üstünden at ve çık git. Ama Şukov öyle yaratılmamıştı bir kez. Kamplarda geçirdiği sekiz yıl bile değiştirmemişti kişiliğini. Bir işe yarayabilecek her şey için kafa yorar, yapabileceği her işi yapmaya çalışırdı. Yeterli nedenler olmadan hiçbir şeyi, küçük bir teneke parçasının bile ziyan olmasına razı olmazdı gönlü. 
   Harç, tuğla, harç, tuğla, harç, tuğla...

13 Nisan 2012

Siz - Bab 1.1.


   Baktığında, en sevdiği tarihsel kişilik Stalin’di. Elbet bunu dillendirmek haşindi. Zaten tarih de artık sokaklarda yer-kaplayan-bunakların lâkabından başka bir şey değildi. Kurcaladığı kitabı ceketinin iç cebine sokuşturmaya çalışırken yerinde doğruldu Z. Doğrulmayanlar da vardı. Asla ve yakın gelecekte. Y.’nin ivmesini artırarak düşen damlalara rağmen kıpırdamaması üzerine Z. Kitaba tekrar davranır gibi oldu. Şimdilerin – feci şekilde yanlış – bilmişçesine el yazması dediklerine davrandı. Oysa elle yazılan bir şey yoktu. Güpegündüz matbuydu. Ama Z.’ye göre, “İşte bu!”ydu ve de hava hoştu. Aslen değil. Yağmur başlamış, köprü altına sığınanlar da başlamıştı. Toplanmaya. Konuşmadan. Z., bir kez daha kitabın arkasındaki bıyıklı adama baktı. Yeterince iddialıydı. Lânet olsun ki herifin yazdıklarından zerre bir şey anlamıyordu. Hiçbir köprü altında – kendisine hariç – itiraf etmediği veçhile, sadece ‘karşıt’ olanı benimsemiş ve bu ‘karşıt’ın sağda solda duy(a)madığı kadarıyla simgesinin bu pos bıyıklı herif olduğunu öğrenince, birkaç eserini kendilerini sağda solda düzen-karşıtı sayanların elinden elindekilerden vazgeçerek edinmişti. Ve bu zamana kadar da, Stalin’in iddia ettiği kadarıyla tarihin pek de ileriye doğru hareket ettiğini, kendi üzerinde, görmemişti. Hapşırdı. Yağmur başladığında hep hapşırırdı. Ve yıllar önce affedilmeyecek bir hatadan ötürü kaybettiğini. Y., uzandığı yerde çeyrek tur dönünce, kaybedilenlerin çetelesi “el yazması” ile birlikte ceketin cebine girmişti. İvedi. Y. de “Gidelim hadi.” Uyku sersemliğiyle Y. her zamanki olağan sersemliğine ilaveten, toplum içinde pek de makbul karşılanmayan, dinî kesimlerin de mekruh addettiği, birinci çoğul şahıs’ı kullanmıştı. Z. ise etrafta dağılanların toplanan bakışlarını dağıtırcasına “Ne dediğini bilmiyor bu sikik,” gibisinden bakınırken, Y., harıl harıl sikini kaşıyordu. Hiç umursamadan, Z. de yağmurda kaybettiğinin belleğinde kabuk bağlamayan yarasını kaşıyordu.

9 Nisan 2012

Dünya

    (...)
   Harun bu yaşananların hep iki yanlı olduğunu düşündü. İyi şeylerle kötü şeyler... Sonsuz merhametle acımasızlık... Fakirlikle zenginlik... Acıyla mutluluk... Bozkırda bırakılmış cesetle kartpostal koleksiyonunda Lya de Putti'nin fotoğrafları... Tersi ve yüzü... Ardından yaşam devam ediyor, her şey unutuluyordu. Ama kuşkusuz unutmayanlar da vardı. Felaketin doğrudan doğruya çarptığı insanlar. Kutsal acıyı duyanlar da onlardı. Kutsal acı, yalın, çıplak bir şeydi. Acı çok ağır olduğu için kutsaldı. Yoksa kutsallığı falan yoktu. Harun yazdıklarına bunu koyacaktı. Acıları çıplak olarak ortaya çıkarmasa da, arka plana yerleştirecekti onları. Dolaylı olarak, bazen de çok dolaylı olarak yansıtacaktı. Dramatik olandan kaçınmayacak, ama onu yaşam gibi değişken, akıcı bir şeyin içinde yansıtmaya çalışacaktı. 
   İnsanların ruhları arasında da büyük farklar vardı. Sabaha doğru ağır adımlarla alçakgönüllü evine dönen  bir caz yıldızı insanlığın neresindeydi? Bir McCarthy'ci neresinde? Böyle bir şey, bütün bütüne böyle bir şeydi dünya. Bunların hepsi biraradaydı. Bu kadarcıktı insanların yarattığı dünya. En trajik olan da buydu: İnsanlık sadece bir kavram mıydı? Belki hiç de canlı bir bütünselliği yoktu. 

1 Nisan 2012

Problem


   “Sakallarımı keseyim bari,” diyor kendine, devamı gelmiyor. Sesi kısık spor spikeri sehpadaki biraya kaş göz ediyor.
   “İç ve sız…” demiyor. Gözleriyle selektör yapıyor.
   “Give me the drink of the fluid that disintegates[i] ile amerikanca mukabele ediyor, spiker anlamıyor. Maç skorlarını arz etmek daha kolay.
Sönmezken bu kül tablalarında yanan alımsı tütün, zaman geç. Muhtemelen üst katlarda bir adam kadının içine erken boşalıyor, bambaşka bir kadın bu erken boşalmanın boşaltmadıklarını karnında okşuyor. Bambaşka bir adam kalkmayan sikinden ötürü her şeyi kaldırıp atıyor. Aklında. Belki de odasında. Güzel bir kadınsa ağlıyor. Müsebbibi ağlamıyor. Bir mesaj iletisi sesi, bir mektup hışırtısı. Yok. Mutlak. Zaman, tüm bunların saati. Güneş-temelli algılarda ‘gece’... Alt katta ölü yiyici[ii] yığından başka bir şey yok. Ona yakın yaşamak, üşütüyor. Aklen üşümüşleri de donduruyor.
   N. ise gülüyor. İçiyor. Şimdiki zamana alışıklığı da olmadığından haybeye eğleniyor. Yalan. Birkaç gün öncesinde ağladı N. bira ve o güzelim rakı alaşımından çok sonra. O hâlde evi bulup kendini bulamamanın ağırlığıyla. Ağladı. Kaybetti. Hatta ortaya en olmadık karanlık sahneleri renklere bulamış hâlleriyle çıkardı, beğenilmedi. Her şeyi kaldırıp sanatına olan kaş çatan mütalaayı kaldıramadığından tahterevalliyi kaldırmadı. Bindi. Diğer ucu arza doğru indiremeyince yetersizliğini – kimi istanbulzâdelerin ‘hafiflik’ dediği – anladı. Sakallarına Akdeniz’e ulaşmak isteyen Rus şevkinde hücum eden gözyaşları ve Bulgaristan’da aralarına katılan sümükle karışık bulamacı sevmiyordu. Bulanıktı işte.  O yüzden terastı, bir vakt-i ikindi keşfettiği, bu nihayet-i çıkmaz.
   N. üşenmeden eline aldığı kalemle yazıyor. Düşmüş ve düştüğü yerden bağırmaktan feci şekilde tereddüt eden adamlara özenerek bir şeyler yazacağını düşünürken, yazıyor. Postmodern.

Bir adamı A(kıl) musluğu 1,5 saatte dolduruyor. En tazyikli olarak, gözlerini (Buradaki sızıntıyı yok sayınız, Pi’yi üç aldığınız günleri yâd ediniz). Bir başka B(ira) musluğu ise aynı adamı 45 dakikada boşaltıyor. Bu iki musluk birlikte açılmıyor. (Lânet olsun!). B musluğu yaklaşık üç saat açık tutulduktan sonra (kuruyup gitme istenci) A musluğu kaç saat açık tutulmalıdır ki bu adam tam anlamıyla dolsun?”