(...)
Sokağa çıkınca geniş bir soluk aldı. Beyazıt'a doğru yürümeğe başladı. İçinden diyordu ki, "İnsan sokakta özgürdür. Orada beğendiğini düşünebilir, hatta, tenha yollarda kendi kendine keyfinin istediği gibi söylenebilirsin. Sen hiç kimse dinlemez. Başının üstünde güneş, ay, yıldızlar, ellerin ceplerinde, gez gezebildiğin kadar..."
Bu sırada, karşıdan gelen sarı iskarpinli birini gördü; kafasının içindeki özgürlük, düşünmek, söylenmekle ilgili bütün tasarılar bir anda uçuverdi. Hemen yolunu değiştirdi, sapa sokaklardan dolaşarak Beyazıt'a çıktı. Caminin yanındaki çınaraltı kahvelerinin önünden geçerken öğrencilik yıllarından kalma bir alışkanlıkla, o yöne döndü. "Küllük" dedikleri bu kahvede biraz dinlenmek hiç de fena olmayacaktı. Boş bir yer ararken, masaların birinden adının çağrıldığını duydu. Baktı, lise arkadaşlarından biri. Bir an için, içinde bulunduğu zamandan kurtulup geçmiş zamanı hayalle olsun yaşamak umuduyla gitti, arkadaşının yanına oturdu. Eski yılları kurcalamak, unutulan anıları yeniden yakalamak için epey uğraştı. Öğrenciler, öğretmenler, birlikte ders çalışmalar, güzel havalarda okuldan kaçmalar, sınavlar, sınıf dönmeler, geçmeler, yıl sonlarında topluca kır gezmeleri... Ne yaparsa yapsın, bir daha eski derinliğe dalamıyor, hep suyun yüzünde kalıyordu. Daha doğrusu, kendisi geçmişe inmek istedikçe arkadaşı onu bugüne çekiyor, İtalya'dan geleli ne kadar olduğunu, şimdi ne yaptığını, ileride ne yapmak istediğini sorup duruyordu. Ertuğrul:
- Şimdi, dedi, hukuktan sınıf arkadaşım İsmail Ferit'le birlikte avukatlık ediyorum; ileride, eğer bir engel çıkmazsa, bir yandan da fakültede çalışmak istiyorum, İtalya'da ceza hukuku üzerine doktora yapmıştım.
- Nasıl bir engel?
- Engel... yani, Zaptiye Nezaretinin göstereceği bir engel....
Ertuğrul dörtbir yanına bakındı, arkasındaki masada oturan adamın kendisini dinlediği sanısına kapıldı, sesini alçaltarak:
- Maarif, dedi, polise sordu, bir sakınca var mı yok mu diye. Fakat polis...
Arkadaşı iyi işitemediği için elini kulağına götürdü, masanın üstünden biraz öne doğru eğildi. Ertuğrul, karşısında, bir elin avucu içine sayvanı iyice yerleştirilmiş, sonra hepsi birden kendi yüzüne doğru çevrilmiş ve deliğinin esrar dolu ağzı birtakım kara kılların arasında gizlenmiş korkunç bir kulak gördü. Söze yeniden başlamak çabasıyla ikinci bir kez: "- Fakat polis..." dedi ise de, cümlesi yarıda kaldı, garsonun az önce getirdiği kahveyi bitiremeden yerinden fırladı,
- Kulak! Kulak!
diye bağırarak caddeye doğru koşmağa başladı. Kahvedekiler "acaba delirdi mi?" diye arkasından bakakaldılar.
(...)
Cevdet Kudret, Sokak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder